25 Aralık 2013 Çarşamba

GELECEĞE DAİR...

Son iki haftadır, yolsuzluk davası ile gelişen olaylara tanık olmaktayız. Devlet içinde var olan iki gücün egemen olma davasıdır. Bu olayların nereye kadar gideceğini bir vatandaş olarak bilmiyorum. Fakat halka kulak vermeyen, ben yaparım tavrı ile yaklaşımın sonucu bu noktalara geldi. Bu olayların ortaya çıkmasında dış güçlerin parmağı olduğunu hükümet dile getirse de, bu güçlerin onayı ile gelip ve işbirliğine devam eden kendileridir. Bundan sonra ne olacak ? sorusuna çoğumuz  'bir an önce gitsinler' cevabının toplumda yükselmesi normal.

Bende aynı düşüncede olsam da şu anda gitmelerini istemiyorum. Peki  ne istiyorum?
1.  Yerel seçimler de kalesi olan belediyeleri kaybetmesini.
2. Genel seçimleri kazanmasını fakat % 50 değil, % 30-35 oy oranı ile hükümeti kurmalarını istiyorum.
Elbette bu istediğimin geçerli sebepleri var. % 50 ile övünenlerin ruh halini görmek istiyorum. Daha önemlisi, ekonomi o kadar iyi değil. Gün geçtikçe de kötüye gitmekte. İşsizlik oranı ve cari açık artmakta. Üretim bitirildi, hizmete ve inşaat sektörüne yönelik bir hareket var. Ekonomiyi canlı tutan sıcak para hareketi azaldı ve para çıkışı olacak. Doların 1.85 den 2.08-95 lere çıkması ile Türk lirası değer kaybına uğradı. Amerika'nın para basmak dan vaz geçmesi ile dolar değer kazandı.

Sadece gelişmeler doğrultusunda ekonominin gidişi kötü. Bu genel seçimlerde kaybederse iyi gidiyor diye şişirilen ekonomi balonu yeni hükümetin elinde patlayacak. Yine mağdur edebiyatı ile halkın gözü boyanacak. İlk sözleri duyar gibiyim,  ''İşte oy verdiniz sonucu bu biz varken böyle değildi''.
Ekonominin kötüye gitmesi erken seçimleri getirecek buda iki yıl içinde yeniden AKP hükümetinin gelmesi demektir. Bu sefer 12 yılda değil uzun yıllar kalması demektir.

Yukarı da ki açıklamaya dayanarak bu genel seçimlerde % 30-35 oy oranı ile seçilip, ekonomi balonu elinde patlaması gerektiğini düşünüyorum. En azından halk her şeyin göründüğü gibi olmadığını anlar. Unutmayalım ki dış politikalarda ve iç işlerinde yapılan yanlışlıklara hiç değinmedik.

Her karanlık,  güneşin doğmasına gebedir. Umarım bu olaylar güzel günlerin habercisidir.


21 Aralık 2013 Cumartesi

SAAT

         
             Saatin beş buçuk olmasını dört gözle bekliyordu. Kendi gürültüsünü bir şekilde kaldırsa da, çevresindeki insanların sesine tahammülü kalmamıştı. Bazen kendisini unutur, gün boyunca insanları seyre dalardı. Kimisi hemen dibinde çalışır, kimisi ondan üç dört metre uzakta, kimisi haznenin yanında.  İlk günleri bu durum onun çok hoşuna giderdi,  etrafında sürekli koşuşturan insanların gösterdikleri ihtimam onu mutlu ederdi.   Haznesi, kefeleri, ana gövdesine ulaşmak için üç metre uzunluğunda ki bandı ve çeneleri sürekli temiz olursa hiçbir problem çıkarmadan saatlerce tıkır tıkır çalıştığını bilen personel, bu aksamları fırsat buldukça temizlerdi. O ise bu durumun onun titizliğinden ve onu çok sevmelerinden kaynaklandığını düşünürdü.  Karşılıklı olduğu düşünülen bu sevgi sekiz yıl boyunca devam etti. 
        O sabah yine insanlar çevresine doluşmuşlardı, kimisi kolileri hazırlıyor, kimisi haznesine şeker döküyordu, bir yandan güzel melodiler radyodan yankılanıyordu.  Diğer çalışma günleri gibi başlamıştı. Onunla çalışan ekipten, en çok biraz topluca, sürekli bir şeyler söyleyip ya da insanların söylediklerine kahkahalarla gülen iri yüzlü, beyaz tenli Serabı çok severdi.  İlk o gelirdi başına, şalteri açıp hazırlardı. Onun sevinçli görüntüsünün altındaki hüznü çok iyi bilirdi. Öğleye doğru birden şalterlerini kapattılar, ellerinde alet çantaları ile üç usta hızlı hızlı vidalarını sökmeye başladıklarında;
-Aman Allahım ne oluyor, Serap, serap
Serapsa topluluğun içinde olan biteni seyretmekteydi. Yarım saatin içinde üçe parçaya ayırmışlardı. . Başına gelenlere aldırış etmiyordu, tek derdi serabı görebilmekti, önüne konan bandın üzerinden kafasını kaldırıp kalabalığa göz gezdiriyordu. Tüm çabalarına rağmen göremedi.
-Gövdemi parçaladıklarına göre, kesin satacaklar, son bir defa görebilseydim..
 Forklift ile parçalarını üç metre yukarıya taşımaya, yerine ise dev tahta sandıkları koymaya başladılar. Kalabalık bir anda artmıştı. İnsanların birazı sandıkları açıyor, birazı da onu yeniden monte ediyorlardı. Zaman ilerledikçe kasalardan kendisine tıpa tıp benzeyen birisi çıkmıştı. Tabi o daha yeni, genç olduğu için daha hızlıydı. Bu durum onu endişelendiriyordu. Endişesinin tek sebebi, Serap onu daha çok severse..
 Ta ki bu karşılıksız sevgi, serabın bir hafta boyunca işe gelmediği  güne kadar yıllarca sürüp gitti.  O güne kadar azimle çalışan aksamları artık isteksiz, güç bela çalışır oldu. Dişlilerin gıcırtısını gidermek için yağlanması da kar etmiyordu..
                En son kişi kapıdan çıktıktan sonra, derin bir nefes alıp sessizlik ve karanlığın içinde gidenlere el sallayarak uğurlardı. Serabı uğurlar gibi….

14 Aralık 2013 Cumartesi

CEMAAT VE AKP


Cemaat ve AKP kapışması dershaneler ile su yüzeyine çıktı. Aslında aralarında ki ilk problem Mit ile gündeme geldi.
Hepimizin bildiği gibi mesele dershane değildi elbette. MGK raporlarının basına malum bavul gazeteciler tarafından sızdırılması ile AKP, Cemaat tarafından yıpratılmaya çalışıldı. Bu bilgilerle öğrendik ki cemaat ülke için tehlike oluşturan bir örgüt konumunda. Tehlike oluşturan bir örgüt için başbakan 'cemaat ne istedi de biz yapmadık' sözleri görsel ve yazılı medyada yayınlandı. T.C Başbakanı terör örgütünün istediklerini yapmakla suç işlemiş olmadığı için yargı devreye girmiyor. 
En sonunda dershane olayında  süreyi uzatarak tatlıya bağlanmış gibi görünüyor.
Fakat kavga bitmedi yeni başlıyor. Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Cem Küçük, 'devlet içindeki F tipi yapının emniyet, yargı ve medya üçgenin nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini açıkladı ayrıca yazısında devletin mahrem bilgilerini grupsal çıkarları için başka istihbarat örgütlerine sızdıran bir çete bu' diye yazmakta. Fakat kimse sormuyor bir başbakan emniyeti nasıl bir çetenin hizmetine  tahsis eder.
İki tarafta bir birine meydan okuyor. Peki neden meydan okuyorlar? İki tarafta birbirlerinin açıklarını çok iyi bilmekte. Demokrasi onlar için bir araçtı ve iki gücünde gelebilecekleri son noktaları  tek güç olabilmek, bunda  engel kendileri. Şu anda iki gücü yok edebilecek hiç bir güç yok. 
Peki hangi güç kazanacak?
Burada en büyük faktör ABD'dir. Kime oynayacak. Bu günkü haberlerde Cemaatin Amerika'da ki okullarına FBI tarafından baskın yapıldığı. Bu olayın anlamı AKP'nin yanında olduğu anlamını taşıyor görünebilir.  Aslında bu şekilde olması gerekir. Amerika'nın Ortadoğu da ki politikaları için ihtiyacı olduğundan AKP ye destek vermesi gerekir. Bu süre içinde Cemaati geri plana itecektir. AKP yi kontrol edemediği noktada Cemaati devreye sürecektir.
Bu kavganın galibi anlık olacaktır. Gücünü dıştan alanların geleceği de o gücün elindedir.
Önemli olan iplerin kimin elinde olduğudur.

3 Aralık 2013 Salı

PEDOFİLİ VE SAPIKLIK

Son günlerde pedofili kelimesini çok sık duyar olduk. Çocuklara yönelik, cinsel taciz, tecavüz, erken evlilik gibi uygulamalar için kullanılmaya başlandı. Anlayacağınız ülkemizde yaşanan kavram kargaşasında pedofili de yerini aldı. Medyanın ve bizlerinde bilerek ya da bilmeyerek kullandığımız çocuklara yönelik cinsel istismarın hepsini pedofili olarak sınırlamak yanlıştır. Yapılan yanlış tanım bu toplumsal olayın derinleşmesine sebep teşkil edebilir.  

Sebeplerine değinmeden önce pedofiliyi açıklayalım. Pedofili,  yaşadığımız diğer hastalıklar gibi bir hastalık çeşididir.  Modern yaşamın getirdiği davranış bozukluğunun neticesinde ortaya çıkan yalnızlaşan, bir birinden uzaklaşan insanoğlunda görünen davranış bozukluğunun sonucunda özellikle kız çocuklarına yönelik sapıklıktır. Tedavi edilmezse kişinin hayatında sürekli tekrarlanır.

Fakat görsel basın ve yazılı basında okuduğumuz olaylara baktığımızda bizdekiler pekte hastalık olarak görünmüyor. Bu olayların temelinde,  töre(berdel, oğlancılık), çocuğa verilmeyen değer, cinselliğin tabu olması, maddi çıkarlar(başlık parası), namus kavramı gibi etkenler vardır. İstismarda kız ya da erkek çocuğu fark edilmiyor.  Bu suçu işleyen kişilerin geçmişine bakıldığında hayatlarında bir kere tekrarlandığı görülmektedir.  
İlk önce bu adli vakanın suç veya hastalık olup olmadığı kararına varılmalıdır. Hastalık ise ceza evi yerine tedavi merkezlerine gönderilmeli ki, kişinin sürekli aynı suçu işlemesine mahal verilmemelidir.

Gelelim bu toplumsal olayın derinleşmesine.
Zaten ülkemizde işlenen bu suçlara verilen caydırıcı cezai müeyyide yok. Ya suçlular az ceza ile kurtuluyorlar ya da aile meselesi olarak görülüyor.  Bu olayların hepsine pedofili dediğimizde suçu hastalık olarak görülmesine neden olduğumuzdan tedavi süreci devreye girecektir.  Toplumun gözünde mağduru oynayacaklar. Az olduğundan şikayet ettiğimiz cezaların uygulandığını görmek hayal olabilir.

Çocuklara yönelik bu olayların hepsi sapıklıktır.  Bu sebepten yazılarımızda, konuşmalarımızda, sosyal paylaşımlarda bilimsel isim kullanarak bu suçu yumuşatmanın anlamı yok. Çocuklara yönelik sapıklık eylemleri diyelim, yazalım, paylaşalım ki suçu yumuşatma cezasına ortak olmayalım.  Elim de olsa geleceği emanet aldığımız çocuklarımıza yapılan bu sapıklığa en ağır cezayı verirdim.

Yazıyı Montesquieu’nun şu sözü ile bitirelim.  

‘Ayrı ayrı birer ahlaksız olan insanlar toplu oldukları zaman namuslu kişiler olurlar’’ 

26 Kasım 2013 Salı

LİDER ARANIYOR...

              Demokrasi rüzgarının estirildiği Ortadoğu da, mevsim hazana döndü. Arap baharı olarak adlandırılan demokrasi, özgürlük söylemleri  yerini belirsizliğe bıraktı.
Aslında bahar,  demokrasi adı altında güçlerin el değiştirmesiydi. Malum bu süreçte Türkiye’de yerini almaya çalıştı. Sıfır sorun politikası ile devreye girdi ve Mısır başta olmak üzere coğrafyanın sevilen lideri oldu.  Fakat uygulanan taraflı politika coğrafyayı Sünni  ve  Şii ayırımına sürükledi. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin oluşturduğu Sünni ittifakın karşısına Suriye, Irak ve İran’ın yer aldığı Şii ittifak oluştu.

Pe ki coğrafyada ne oluyor?
·         Amerika,  Kürt birliğin kurulması için desteklediği Barzani den desteğini çekmesi ile PYD’ye desteği arttırdı. PYD yi üç noktada kullanıma hazır tutmakta. Esad’a, El kaide ve Barzani’ye karşı kullanmak üzere desteklerini sürdürecek.
  • ·         Kurdurduğu El Kaide ile baş edemiyor dizginlemek için PYD ile karşı karşıya getirdi. Tamamen bitirmeyecek ileride kullanmak üzere pasif duruma çekmeye çalışıyor.
  • ·         Kürt liderliğine oynatılan Barzani’nin  yerine Apo devreye alındı. Son günlerde Ankara’yı ziyaretlerinin sıklığı bu endişenin sonucudur. Çünkü enerji birliği rahatsızlık vermektedir.
  • ·         Sünni ittifakın demokrasi getirme adı altında sınır kapılarımızdan geçirdiği Radikal İslamcı militanların din adı altında yaptıkları vahşetleri,   dünya basınına yansıması ve bu durumdan Başbakanın sorumlu tutulması.
  • ·         Amerika dahil tüm dünyanın Esad’ın kalmasını kabul etmesi.
  • ·         Mısır da Sisi’ nin desteklenmesi.
  • ·         Batının İran ile nükleer anlaşmayı imzalaması.
  • ·         Amerika’nın  2014 yılında Afganistan’dan çıkma hazırlıklarına başlaması.
  • ·         Mısır’dan Büyük elçimizin kovulması ve Başbakanın resimlerin yırtılması.
 Yukarıda kısaca değinilen gelişmeler  yeni dengelerin kurulduğunu göstermektedir. Coğrafya yeniden şekillendiriliyor. Bu gelişmelere bakarak nasıl şekilleneceğini kestirmek yanlış olur.  Fakat dört neticeyi kesinlikle söyleyebiliriz.
          1.         Artık coğrafyada ki gelişmeler de Türkiye devre dışı bırakılmakta. Bölgenin liderliğine oynama                      gibi bir durum söz konusu değil.
          2.      Yeni yapılanma İran, Suriye, Mısır dikkate alınarak oluşturulacak. İran bölgede söz sahibi                              konumuna gelebilir.
          3.      Bu durumdan en çok İsrail, Suudi Arabistan ve Katar rahatsız olacaktır.
          4.      Amerika’nın bölgede ki varlığı direk olmayacak. Çıkarlarını,  destek verdiği oluşumlarla                                 yönlendirecek.


Yine de bir tahminde bulunmak gerekirse;
 Sünni ittifak , Şii birliğine karşı İsrail ile ilişkilerini daha fazla kuvvetlendirecek.  Gelecek zaman Sünni ve Şii çatışmalarına sahne olabilir. Bu bölünmede Mısır ve Afganistan ve Mısır’ın   El kaide, Müslüman kardeşlerin uygulamalarından dolayı Sünni  ittifaka destek vereceğini düşünüyorum.
Gelişmelerin farkında olan Türkiye kendine yer bulabilmek için Kürtler ile işbirliğine girerek Coğrafyada gücünü devam ettirmeye çalışacaktır.
Kazanan İran, yüzyıllara dayanan devlet anlayışını duygularına kapılmadan diplomaside ki üstünlüğünü ispatladı. Bu üstünlük devam edecek. Kürtler konusun da yorum yapmak zor. Türkiye bölgede ki üç Kürt yapılanmasına eşit mesafe de durmamakta.
Şii oluşumunun ılımlı, birleştirici bir politika izleyip izlemeyeceği  bilinmediğinden, bölge patlamaya hazır bomba durumunda.

Nasıl olmalıydı derseniz?
Sıfır sorun politikası anlayışına dayanan politikamız coğrafyada ki tüm ülkelere eşit yaklaşarak sürmeliydi. Sünni ve Şii kutuplaştırmasını bölgede ki  parçalanmışlığı daha keskin hale getirdi. Türkiye den başka bu rolü üstlenecek hiçbir ülke yok.

Bölgenin bekası için tek ihtiyaç birleştirici bir lider..

21 Kasım 2013 Perşembe

Çocuklarımız





Çocukluğumu istemiyorum, sizden. Sadece misket dolu torbamı istiyorum. Rengarenk misketlerimi yeşil, mavi, kırmızıyı istiyorum. Bir de benimle oynayan neşe dolu arkadaşlarımı. Dizelim sıraya misketlerimizi bir ben, bir Ali, bir Suat. Sıra başında ki misketi vurmak için kavga edelim. Bütün zenginliğim kazandığım misketlerim olsun. Onlar kızsınlar bana, kavgada yere düşen ben olayım. Nasıl olsa Suat uzatır elini ya da Ali kaldırır beni. Birlikte gideriz Semra’nın yanına. 20 Kasım Dünya çocuklar günüymüş. Barut kokusu, korkuttuğumuz, dövdüğümüz, sokaklara yada yuvalara bıraktığımız, küçük yaşta çalıştırdığımız ve erken yaşta evlendirerek çocukluklarını yaşatmadığımız çocuklarımıza....


14 Kasım 2013 Perşembe

İSTANBUL'DAN BİR ORHAN VELİ GELDİ GEÇTİ


       14 Kasım, Edebiyatımız da  şiirin kalıplarını yıkarak ve Arapça, Farsça gibi yabancı kelimelerden arındırarak, hayata dair her şeyin şiirin konusu olabileceğini şiirleri ile gösteren  ‘Bir Orhan Veli’nin’ aramızdan ayrılışının yıl dönümüdür.  Ölüm eğer anılmamak ise, halka mal olmuş yazarlar için ölüm söz konusu olamaz.
İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen Orhan Veli 13 Nisan 1914 yılında Beykoz’da doğmuştur. Ne kadar İstanbul aşığı olsa da 1925 yılında babasının Cumhurbaşkanlığı  Bando Şefliğine tayin edilmesi sebebi ile 1925 yılında Ankara’ya gitti. Ankara Erkek Lisesini bitirdikten sonra 1933 yılında İstanbul Üniversitesi,  Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünü okumak üzere aşık olduğu İstanbul’a 1933 yılında geri döndü. İlkokul yıllarından beri yazmaya düşkünlüğü devam ediyordu. Üniversitede yazmaya devam etti, 1936 yılında eğitimini bırakarak Ankara’ya geri döndü ve memuriyet hayatına başladı.

1936- 1942 yılları arasında dönemin popüler dergilerinden Ses, Gençlik, Küllük, İnkılapçı Gençlik, Demet gibi dergilerde manzum ve düz yazıları ile yer aldı. 1941 yılında Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile çıkardıkları Garip şiir kitabı ile Garipçilik akımını başlattılar.
Bu akımla şiirde biçimsel kuralları yok sayarak, şiiri yabancı dillerden arındırarak, kendi diline yani milletin kullandığı üslubu edinerek gündelik olaylarında şiirin konusu olabileceğini gösterdiler. Ankara’da çıkardığı 

Yaprak dergisinin yayın hayatı 15 Haziran 1950 yılında sona erince, İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Aynı yıl Nazım Hikmetin yazılarından dolayı mahkum edilmesini protesto etmek için Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile düşünce özgürlüğüne imkan verilmediğini öne sürerek  üç gün açlık grevi yaptılar. 
 10 Kasım 1950 yılında bir haftalığına Ankara’ya geldiğinde, onarım için kazılmış fakat üzeri kapatılmayan çukura düşerek ayağını incitti.  Bu olaydan sonra İstanbul’a döndü.
36 yıllık hayatı 14 Kasım 1950 tarihinde bir arkadaşını ziyareti sırasında fenalaşarak kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesinde beyin kanaması ile aramızdan ayrılır.
Nurullah Ataç’ın bu açıklaması ve iki şiiri ile saygıyla ve rahmetle anmış olalım..
 "Yahya Kemal eski şiir dilini yıktı, o dilin şiir için bir zincir olduğunu gösterdi; Nazım Hikmet vezni yıktı, vezinsiz de şiir olabileceğini, vezinsiz de ahenge erilebileceğini, veznin şiir için, ahenk için geçilmez bir unsur değil, tam tersine hız kesen bir zincir olduğunu gösterdi. Orhan Veli çok daha ileri adım attı: şiirin kendine öz bir dili, bir vezni olmadığı gibi, kendine özgü konuları da olmayacağını gösterdi, ahengin, musikinin de şiirden 
kaldırılabileceğini anlattı.'' (Nurullah Ataç, 1950)





İstanbul Türküsü

İstanbul'da Boğaziçi'ndeyim,  
Bir fakir Orhan Veli'yim;  
Veli'nin oğluyum,  
Tarifsiz kederler içinde.  

Urumelihisarı'na oturmuşum;  
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;  

"İstanbulun mermer taşları;  
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;  
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;  
                              Edalı'm,  
                              Senin yüzünden bu halim."  

"İstanbulun orta yeri sinama;  
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;  
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?  
                              Sevdalı'm,  
                              Boynuna vebalim!"  

İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim;  
Bir fakir Orhan Veli;  
Veli'nin oğlu;  
Tarifsiz kederler içindeyim.

Kuyruklu Şiir

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;  
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;  
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;  
Benimki aslan ağzında;  
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.  

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;  
Kolay değil hani,  
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.



25 Ekim 2013 Cuma

CUMHURİYETE KİMLER SAHİP ÇIKMALIDIR

Türkiye’de kadın olmak zordur. Kendi hayatımızdan veya çevremizde ki hayatlardan tanık olduğumuz nice örnekler vardır. Ev, iş hayatında, eş olarak ve anne olarak birçok sorumlulukları omuzlarında taşırlar. Bu güne kadar elde edilen siyasi, sosyal haklar uzun mücadeleler sonucunda kazanılmıştır. Bunun için, Dünyada ve Türkiye deki kadının siyasi gelişimine bir inceleyelim.



1. Dünyada ve Türkiye'deki Siyasi Gelişimi

1893 seçme hakkı Yeni Zellanda, 1913 yılında seçilme hakkı, 1902 seçme hakkı Avusturalya

1906 seçme ve seçilme hakkını veren ilk Avrupa ülkesi Finlandiya'dır. 19 Millet vekili meclisde yer almıştır. O dönmde Finlandiyanın Rusyaya bağlı olduğunu unutmamak gerekli.

1913 yılında Norveç, 1915 Danimarka, 1918 Almanya seçme ve seçilme hakkı, 1920 Amerika oy verme hakkı, 1918 Birleşik krallık 30 yaş üstü ve bazı özel durumlarda oy kullanma hakkını elde etmiş. 1928 yılında tam oy kullanma hakkına sahip olmuştur. Fransa'da 4 Ekim 1944 yılında seçme ve seçilme hakkını sahip olmuştur. İtalya'da ise 1925 yılında oy kullanma hakkı, 1946 da ilk genel seçimlere katıldı. Brezilya 1934, Japonya 1945, Çin 1947'de verilmiştir. İsviçrede kadınlara seçme ve seçilme hakkını 7 Şubat 1971 yılında kaanmıştır.

Ülkemizde ise Atatürk Halk fıkrasını kurulmadan önce kadınlar halk fıkrası kurdurmuştur. 1924'de Türk kadın birliği kuruldu. İlk siyasi haklarını 1930 yılında belediyeler kanunu ile verildi. 1934 yılında verilen seçme ve seçilme hakkının tanınması ile 1935 genel seçimlerinde 18 kadın milletvekili mecliste yer almıştır. Bu gün demokrasi, adaletin beşiği olarak görülen Fransa ve İtalya'da bile seçme ve seçilme hakkını bizden yıllar sonra almışlardır.



2. Toplumsal Yapıda Kadının Yerinin Gelişimi
Cumhuriyet öncesi
1843: Türk kadınları ilk kez, Tıbbiye Mektebi bünyesinde aldıkları ebelik eğitimi ile sosyal yaşamda yerlerini almaya başladı.
1847: Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı.
1856: Osmanlı topraklarında kadınların köle ve cariye olarak alınıp satılmaları yasaklandı.
1858: yılında yayımlanan 'Arazi Kanunnamesi'nde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer alırken, kadınlar miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı. Aynı yıl Kız Rüştiyeleri açıldı.
1869: Kadınlar ilk dergilerine 1869 yılında kavuştu. Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen haftalık 'Terakk-i Muhadderat' dergisi yayımlanmaya başlandı.
1869: Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren 'Maarif-i Umumiye Nizamnamesi' ise 1869 yılında yayımlandı. Bundan bir yıl sonra da kız öğretmen okulu 'Dar-ül Muallimat' açıldı.
1871: Evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması ve zorla evlendirmelerin geçersiz sayılmasını düzenleyen Hukuk-ı Aile Kararnamesi 1871'de çıkarıldı.
1876: 1876'da ise ilk anayasa olan Kanun-i Esasi ile kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi.
1897: Giderek sosyal yaşamda daha çok yer almaya başlayan kadınlar, iş hayatına ilk olarak 1897 yılında 'ücretli işçi' olarak atıldı. Kadınların devlet memuru olmak içinse bu tarihten itibaren 16 yıl beklemeleri gerekti.
1913: Kadınlar ilk kez 1913 yılında devlet memuru olarak çalışmaya başladı. Bunun ardından bir yıl sonra kadınlar, tüccar ve esnaf olarak da iş hayatına girişti.
1914: Kızlar için ilk yüksek öğretim kurumu, 1914 yılında 'İnas Darülfünunu' adı altında açıldı.
1922: Kadınlar bilim dünyasıyla ilk kez 1922 yılında tanıştı. Bu tarihte yedi kız öğrenci, Tıp Fakültesi'ne kayıt yaptırarak eğitime başladı.


Cumhuriyet Dönemi, 1923-1950
1924: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı.

1926: Türk Medeni Kanunu'nu ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı.
1930: Kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
1930: Doğum izni düzenlendi.
1933: Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu.
1933: Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.
1934: Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.
1936: İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi.
1937: Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi kabul edildi.
1945: Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenlendi.
1949: Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlandı.

Yukarıda ki kronoloji incelendiğinde 1843 yılından itibaren 110 yılık süre içinde kazanılan hakların aslında uzun mücadeleler sonucunda kazanıldığı görülmektedir. Bu kazanımlar sonucunda Türkiye'de tarım dışı kadın çalışanların oranı hızla artmaktadır. 1997 Yılında çalışma oranı %17.7 iken 2003 yılında bu oaran % 20.6 ya çıkmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen kadın ve erkek çalışanların ücret dengesizliği devam etmektedir.

Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayımlanan 2009 Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi'nde, 134 ülke arasında 129. sırada yer almıştır.

Bütün bu gelişmelerin yanında kadının toplumda gördüğü şiddet olaylarında ve ölüm oranlarında hızlı bir artış görülmektedir.

Adalet Bakanlığı tarafından açıklanan istatistiklere göre, Türkiye'de kadın cinayetlerinde 2002'den 2009'a kadar %1.400 oranında artış olmuştur.  Aynı verilere göre 2002 yılında 66, 2003'te 83, 2004'te 164, 2005'te 317, 2006'da 663, 2007'de 1011, 2008'de 806, 2009'un ilk 7 ayında ise 953 kadın yaşamını kaybetmiştir.

Peki kadına yönelik şiddet ve ölüm artışlarına sebebin neler olduğunu irdelemek gerekir. Yada devlet politikaların kadınlara yönelik cinayetlere etkisi varmıdır sorusuna cevap aramak gerekir. Özellikle son yıllarda uygulanan aşırı sağcı ve muhafazakar politikaların, töre, örf- ananelerin ve toplumun erkek baskın yapısının etkili olduğu görülmektedir. 2008 - 2011 yılları arasında eski kocası tarafından öldürülen kadınların sayısı % 47 den % 69'a yükselmiştir. Kadınların % 54’ü aile içinde katlediliyor.

Hükümet son dönemde özellikle sağlık alanındaki kadın düşmanı politikalar ortaya koydu; kadınların kürtaj hakkına müdahale etmeye çalıştı ve örgütlü kadınların ısrarlı mücadelesi sonucu geri adım atmak zorunda kaldı. Ardından yalnızca doktor ile hastanın birlikte karar vereceği tıbbi bir işlem olan sezaryeni, yasayla düzenlemeye çalıştı ve bunu yaparak bilim dışılık konusunda dünyada bir ilki gerçekleştirdi. Bu olaylara sivil kurumlar ve toplum tepkiler vermektedir. Fakat bu uygulamalar ve düzenlemeler kadının yaşam hakkına hızla ve direk olarak yansıdığını görüyoruz. Size bir kaç örnek;. 31 Temmuz 2012 günü Zeytinburnu’ndaki Semiha Şakir Doğumevi’nde sezaryen olması gerekirken normal doğuma zorlanan 40 yaşındaki Şükran Tuğ hayatını kaybedildi.

Adana’da öldürülen 19 yaşındaki Tuğba Genç sevgilisi Tahsin Can Bulut tarafından elleriyle boğularak öldürüldü. Katil çıkarıldığı ilk duruşmada Tuğba Genç’in kürtaj olduğunu iddia ederek gerçekleştirdiği ölümü gerekçelendirdi. Yine 13 yaşında evlendirilen 19 yaşındaki Mahmure Karakule kocası Zülfikar Bakır tarafından saatlerce dövüldükten sonra 47 yerinden bıçaklanarak katledildi.

AKP hükümetinin kız çocuklarının eğitim almaları gereken yaşta evlendirilmeleri sorununu çözmesi gerekirken, tam tersine 4 + 4 + 4 eğitim sistemini uygulamaya sokarak kız çocuklarının erkenden evlendirilmesinin ve yeni cinayetlerin önünü açıyor. Devlet bu anlamda Mahmure gibi kadınların neden olduğu ölümlerden sorumludur. Töre ve koca cinayetlerinden dolayı olan ölümlerde cabası.

Peki bu ölümler sonucunda katillere ne oluyor. 2012 Yılının ilk altı ayı verilerine göre.

Katil bilinmiyor % 32 Teslim oldu ve sonuç bilinmiyor %10

Tutuklu % 15 Yargılanıyor % 9 İntihar % 8


İntihar sonucu bilinen % 8 Yakalanan % 3 Yakalanmayan % 2
Aranıyor % 2 Araştırılıyor % 2 Akıl sağlığı ile ceza almayanlar % 1

Tutuksuz serbest % 1

Yukarıda ki verilere göre uygulanan yaptırımların yeterli olmadığı neticesi ortaya çıkmaktadır. Özellikle uygulanan politikaların etkisi sonucunda toplumda kadına yönelik şiddet olaylarının azalmadan hızla artacağının bir göstergesidir. Son günlerde kadının çalışma hayatını kolaylaştırması adı altında yapılan uygulamalar ise kadını çalışma hayatından uzaklaştırmasına zemin hazırlamaktadır.

Toplum, kadın ve erkeklerin omuzunda birlikte ilerleyebilir. Bu omuzlardan birinin zayıf kalması toplumun ilerlemesini mümkün kılmayacağı gibi, sağlıksız bir toplum oluşacaktır. Gelecek nesilleri biz kadınlar yetiştirmekteyiz, nesillerin veya toplumun yapı taşı olan ailenin sağlıklı devamı için kadınların kendilerini geliştirmesine, ilerlemesine ve mutlu olmasına bağlıdır. Kazanılan haklarımızı, toplumdaki yerimizi korumak ve ilerletmek sistem ile mümkün olacaktır. Bu sebepten Cumhuriyet 'e en çok sahip çıkması gereken kadınlardır. Bu vatanı çocuklarımızdan emanet aldığımızı unutmayalım. Bu memleket ve bu Cumhuriyet bizim..

Bu Memleket Bizim


Dört nala gelip uzak Asyadan Akdenize bir kisrak basi gibi uzanan
Bu memleket bizim

Bilekler kan içinde Disler kenetli Ayaklar çiplak Ve ipek bir haliya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim

Kapansın el kapıları Bir daha açılmasın
Yok edin insanin insana kulluğunu
Bu davet bizim

Yasamak bir agaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşcesine
Bu hasret bizim

Nazım Hikmet



22 Ekim 2013 Salı

NEREYE GİDİYORUZ..

Arap baharını başlangıcını hatırlamayanımız yoktur. Demokrasi, barış ve özgürlük kavramları ile süslenip önümüze kondu. Tunus, Mısır, Libya ile başlayan süreç en sonunda Suriye’ye geldi dayandı. İstedikleri neticeyi Suriye’den alamadılar.

Suriye ülkesinde olan bu duruma Türkiye’ye rağmen üç senedir direniyor.  Suriye’ye karşı oluşan cephenin başını Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar çekmekteydi.  Neden bu üçlü sorusu aklımıza gelebilir. Bu sorunun cevaplarını
·         Coğrafyada ABD’nin desteği ile söz sahibi olan ve güç olmayı devam ettirmek isteyen Suudi Arabistan için Suriye’ siz bir coğrafyada gücü daha da artacak. Suriye’nin parçalanmasından sonra İran Coğrafyada etkisiz kalacak.
·         Türkiye’nin Suudilerle yakınlığı coğrafyada etkisini arttıracak. Sünni  birliğin kurulması.  Zaten Türkiye,  El Kaide ve onun alt birimlerini teşkil eden tüm İslam örgütlerine her türlü desteği vermekte.   Hatta bu terör örgütü sınır kapılarından rahatlıkla girip çıkmaktalar.
·         Maddi tüm destek Katar ve Suudi Arabistan tarafından karşılanmakta.

Türkiye her söyleminde  demokrasi, barış kavramlarını kullanarak diktatör ilan ettikleri Esada yüklendi. Fakat ittifakta Türkiye haricinde ki iki ülkeye baktığımızda ne kadar demokratik ülkeler olduğunu görüyoruz. Önümüzde ki yıllarda bizimde demokratikliğimiz kalmayacak.

Fakat bu ittifak çatırdıyor. Mursi’ye yapılan askeri darbe ye destek veren ülkelere ve Suudi Arabistan’a Kasımpaşalı tavrıyla meydan okudu.  Unutulan bir şey vardı. Türkiye’ye gelen,  dış sermaye de şeyhlerin payı çok fazla. Ayrıca ABD üzerin de etkisi daha fazla. Radikal İslam gruplarını finanse ettiği için bu grupları yönlendirme ve  kullanma gücüne de sahip. Bu sebepten işi toplamak Dış işlerine ve hiç hesapta yokken Hacı olmaya niyetlenen Cumhurbaşkanına kaldı. Bu olaylar Suudlar ile ara düzeltme politikalarıdır. Daha önceki yazıda destek verdiğimiz El kaide tabanlı Suriye’den gelen militanlar ülkemizde cirit atıyor. Sınır kapımızda yaşadığımız olaylar sonucunda kapıların kapanması ile bu radikal güruhlar Türkiye’yi kan gölüne çevirmekle tehdit ettiler ve biz sessiz sedasız boyun eğip kapıları açtık.

Geçtiğimiz hafta gündemden düşmeyen seçim öncesi destan ettiğimiz pilotların Türkiye’ye gelmesi. Pilotları esir alınan örgüt Esad yanlısı bilinen ‘İmam Ziyanın Ziyaretçileri’ örgütüdür. Peki bu örgüt ne istedi 9 Lübnanlı hacı karşılığında pilotlarımızı bırakacağını açıkladı. Peki bu Lübnanlı hacıları kim kaçırdı? Lübnanlı hacıları ÖSO içinde yer alan ‘Kuzey Fırtına Tugayı’ ve El Kaide, Nusra bağlantılı bir örgüt. Basında yer aldığına göre bu örgüte Katar tarafından 150 milyon dolar fidye ödendiği. Bu doğru ise Katar bunu neden ödedi ve ne talep etti?
Bu kadar destek veren Türkiye bu gruplara sözünü geçiremiyor mu? Sınırımızı ve Hatay ve civarı bölgelerimizi kendi yerleri gibi kullanan bu örgüt üyeleri buraları neyin karşılığında bu kadar rahat kullanabiliyorlar? Bütün bunlar Suriye’nin parçalanması için mi? Siz dış güçler diyebilirsiniz. Her şeyi dış güçlere bağlamayalım Diplomaside dost ülke veya kişisel çıkarlar olmaz. Ülke çıkarları vardır. Bu coğrafya da düşmanı düşmana kırdırmak tutmaz. Hele kızdıkları Osmanlı adını kullanarak geliştirdiğiniz Yeni Osmanlı akımına kesinlikle ifrit oluyorlar. Yukarıda değinilen para örtülü ödenekten verilmiş olabilir mi? Orasını bilemem fakat son on yıldaki artışı inceleyip siz karar verin. Sıfır sorun sıfır komşu oldu. Coğrafyanın düşmanı olduk.

Yıllara göre örtülü ödenek harcamaları ise şöyle:

2003:  103 milyon 12 bin 740 TL
2004:  107 milyon 375 bin 284 TL
2005:  84 milyon 88 bin 668 TL
2006:  207 milyon 646 bin TL
2007: 262 milyon 286 bin 521 TL
2008: 290 milyon 981 bin 700 TL
2009 :341 milyon 971 bin 042 TL
2010: 383 milyon 170 bin 247 TL
2011: 391 milyon 682 bin 533 TL
2012: 694 milyon 229 bin 493 TL

(Kaynak: www. aktif haber.com)

9 Ekim 2013 Çarşamba

UÇUŞ

İstanbul, güneşli fakat serin bir eylül sabahının heyecanı içinde,  güneş ışınlarını şehrin üzerine ulaştırmaya çalışırken milyonlarca insan kendi telaşlarını yaşıyorlardı.

Eşinin ‘Geç kalıyorsun bir an önce hazırlanmalısın sesi’’ ile kendine geldi. Uykulu gözlerle saati kontrol etti. Beşe çeyrek vardı. Söylene söylene yataktan kalktı. Geç kalmayayım diye saati de kurmuştum oysa.

-Madem uyandın insan kaldırmaz mı? Uçağı kaçıracağım.
-Bende şimdi kalktım, saatinin alarmını yine kapatmış sındır, birde söyleniyorsun.  
Adamcağız eşine laf yetiştirip daha fazla geç kalmak istemediğinden cevap vermeden hazırlanmaya devam etti.
-Ben çıktım..
-Güle güle iyi yolculuklar, inince ararsın.

Sabahın bu saatinde trafik olmadığından uçağa yetişebilme olasılığı yüksekti. Bir iki saat sonra bu yol Arap saçına dönecek, yol vermeyenler bağıranlar, küfür edenlerle dolup taşacaktı. Hepsi de bu şehrin bir ucundan yola çıkıp diğer ucuna ulaşmaya çalışan insanlardı.  5.30’da Atatürk Hava alanına gelmişti,  biletini çek ettirmek için gişede ki kadın memura uzattı.

-Beyefendi sizi bir sonraki uçuşa aldık.
-Nasıl olur, neyse bir sonraki uçak ne zaman.
-Yarım saat sonra, bir saniye listeden isminizi kontrol edeyim.
-Kusura bakmayın listede isminiz yok.

Adamcağız günün terslikle başlamasının verdiği sinirle sesini yükselterek kadına söylenmeye başlar. Memur bir süre sessiz kaldı sonra, başını kaldırarak konuşmaya başladı.
-Beyefendi burası neresi ?
-Ne demek neresi
-Bulunduğumuz yer neresi
-İstanbul tabi ki neresi olacak, ne biçim soru bu.
-İşte İstanbul’dasınız, tekrar İstanbul’ uçamazsınız. Başka İstanbul varsa bilemem.

Cevaplar karşısında afallayan adamcağız biletine bakar. Lefkoşe- İstanbul.
Evden çıkmaya hazırlanan kadın kapıda kocası ile karşılaştı.

-Hayırdır ne işin var senin evde.

Bileti eşine uzattı. Biletteki uçuş güzergahını gören kadının kahkahaları bir alt kattan duyulurken, adam sessizce kapıyı kapattı.

1 Ekim 2013 Salı

SEVMEK NEDİR?


Sevmek nedir? 
Diye sorulduğunda ilk önce biraz düşünsek de,  hepimizin kendimize göre verecek cevabımız elbette vardır. Fakat tek kelime ile tarif edin denirse işte o zaman işimiz zor. Tarif etmekte zorlandığımız bu soyut kavramı tek kelimeye sığdırmak basite indirgemek olarak algılanabilir. Aslında tek kelime açıklamaların bile onu basitleştiremediğini görürüz.
Sevmek; beklemektir, emektir, hoşgörüdür,  fedakârlıktır. Sevmek, ailenizin haricinde ki kişiler tarafından sevilmenizdir dersem haksızlık etmiş olmayacağımı düşünüyorum. Bunu en güzel örneğini bu gün yaşadım.
 -Tam o gün iş çıkışı çalan bir telefonda sizi bekliyorum diyen bir söz müdür.  
- Yıllarca görmediğiniz, bende emeğiniz çok,  hayatta duruşu sizden öğrendim sözü ile uzatılan bir demet karanfil midir sevgi.
-Ya da mailinize gelen annem kadar sevdiğim hocam diye başlayan tebrik söz müdür sevgi?
-Ya da kırgınım sen yoksun yanımda canım arkadaşım diyen bir mesaj mıdır sevgi.
-İyi ki yanımdasın diyen bir söz müdür sevgi. 
Nazımın dediği gibi ‘ Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene. Bir haftada yaza yaza tükeniverdi. Ona sorarsanız bütün bir hayat. Bana sorarsanız Adam sende , bir iki hafta’

Bana sorarsanız bu sözleri hak edecek hiçbir şey yapmadım. Onlara sorarsanız çok şey..
Sevmek güzel, sevilmek daha da  güzel.  Beni seven dostlarım, arkadaşlarım ve öğrencilerim iyi ki sizler varsınız..
26 Eylül..

Türkan Kebeci




16 Eylül 2013 Pazartesi

PAZARTESİ


Pazartesi, haftanın ilk iş günü.  Yirmi yıldır hiç pazartesi sendromunu yaşamadım.  Sorsanız, nasıl olduğunu  dahi bilmem. Sadece sürekli hayıflanan insanlar…
-Off  yarın işmi var;
 -Bu gün elim işe gitmiyor;
 -Sabahın bu saatinde bu olur mu, daha afyonum patlamadı;
Bu sözler en sık duyduklarımdı. Bana çok uzaktı. İşimi severek yaptığım için, en zor zamanlarda bile isteyerek gelirdim. Cumartesileri çalışmak hiç sorun olmadı. Zor koşullara çözüm bulmak, dengeleri kurmak zor değildi. Bana göre her şeyin çözümü vardı. Aslında, ileriye dönük hazırlıklardı bunlar. İnsanları yönetme sanatını iyi öğrenmeliydim.
Yağmurlu bir İstanbul sabahında işe geleli iki saat kadar ya olmuş, ya olmamıştı. Yaptığım üretim programını değiştirmek zorunda kalmıştım. Bu, bütün her şeyi, sil baştan yeniden yapmam demekti. Aslında değiştirmeye gerek yoktu fakat bunu anlatamıyordum. İnsanın yapmak istedikleri şeyleri yapamayıp, bulunduğu koşullara rıza göstermesi kadar zor bir durum yoktur. Kendi kendime söylenmeye başlamıştım.
-Değiştirmeden yapılabilecek bu işi, sırf aksilik olursa diye değiştirmek, olacak şey değil. O zaman gelip yapın bu işi, neden bu kadar çok isterken olmuyordu istediklerim.
Herkes bana bulunduğum ortamın iyi olduğunu söylese de bana yetmiyordu. İnsanları yönetme sanatını öğrendiğim için, kitleleri de yönetebilirdim. Bu düşünceler beynimi kemirdikçe, içimdeki hırsda büyüyordu. 
Camdan hem yağmuru seyretmek, hem de  hırsımı bastırmak için perdeyi aralayıp, boş gözlerle sokağı seyretmeye başladım. Yağmur suyu caddeyi temizlemiş, Cuma günkü tozlu halinden eser bırakmamıştı.  Yağmurdan renkleri matlaşmış, ki mi yerleri ıslak, ki mi yerleri kuru kalmış işyerlerin cepheleri,  bir deri bir kemik hortlaklar gibi üstüme geliyorlardı. İnsanlar ise, yağmurdan ve soğuktan korunmak için kimi şemsiyesine, kimisi de palto ve atkılarına sımsıkı sarılmış, karıncalar gibi hızlı hızlı koşturuyorlardı.
-Nereye yetişecekler ki, ne bu telaş herkeste,  diye düşünürken.
Camın önünden geçen yetmiş yaşlarında ki kadıncağız, o kap kara gözleri ve yüzünde ki bir hışımla bana bakmaya başladı.
-Şimdi sıcak ve kapalı yerdesin ve camın arkasından bu şekilde konuşuyorsun.
- Hayır konuşmuyorum,
- Yakışmıyor sana,
- Ben yakışmayacak ne yaptım teyzeciğim,
-Birde soruyorsun nereye yetişeceğimizi, herkesin işi gücü var. Kalmışsın avara.
- Teyzeciğim gerçekten konuşmadım, sadece düşünüyordum.
Desem de ne çare. Kadıncağız başını iki tarafa salladı,  bir taraftan da homurdanarak yoluna devam etti. Çarpılmış gibiydim aniden perdeyi kapattım. Masanın etrafında bir iki tur attıktan sonra tekrar pencerenin önüne geldim. Korkarak perdeyi tutup, yavaş yavaş aralamaya başladım.  O kapkara gözlerle tekrar karşılaşmak istemiyordum.  Boş sokağı görünce;
-oh gitmiş,  dedim. 
Bu sefer de sokağın karşısında, hafif aksayan, temiz giyimli, pamuk saçlı bir amcaya takıldım. Buralarda ilk defa gördüğüme emindim. Artık yirmi yıldır bu semte gelip gittiğim için çoğu yüzler aşinaydı. Sağ eli ile sırtında ki çuvalı sıkı sıkı tutuyordu. Diğer elinde ki çuvalın hafifliği, rüzgarın etkisi ile bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp, aksayan bacağına çarpışından anlaşılıyordu.  O ise buna hiç aldırış etmeden, yüzünde ki sevinç ve mutlulukla, hızlı hızlı yoluna devam ediyordu.  Neydi onu bu soğuk ve yağmurun altında bu kadar mutlu eden?
Çuvalın etrafından sarkan kartonların temizliğine bakılırsa bu işi yapanlardan değildi. Bu işi yapmış olsaydı kartonlar parça, parça ve kirli olurdu diye düşündüm.  Burası fabrikaların, toptancıların olduğu bir semt olduğuna göre, bu amcaya da bu kartonları firmalardan biri vermiş olmalıydı. Bunun için miydi yüzündeki mutluluk.
-Belki de evde yakacağı yoktur, torunları vardır üşüyen.  Kapıyı açıp içeri girdiğinde kim bilir ne kadar sevinecekler.
-Belki de bunları satıp, sıcak bir ekmek alacaktır.
-Kendine bak birde, yapmak istediklerin olmadığı için hırslanıyorsun. İnsanlar bir parça ekmek için ne mücadeleler veriyorlar.
 Kendi kendime bunları düşünürken bir anda hayatın ne kadar adaletsiz oluğunu farkettim. Aslında hayat değil bizlerdik adaletsiz olan. Kendi çıkar ve menfaatlerimizi düşünmekten, “ben” duygusu ile yaşamaktan çevremizi göremez olmuştuk. İnsana değer vermeyen, maddeye dayalı sistem içinde sadece bir piyonuz.  Şahı korumakla görevliyiz.
Hemen bir devlet düzeni kurdum, ülkede yaşayan ihtiyaç sahiplerinin ayaklarına giderek, eksikliklerini gideren,  yaşlılar, kimsesizler, sokakta kalanlar için yerleşim yerleri olan, tinerci çocukların olmadığı, insanların gülümsediği, yarın kaygısı yaşamayan, herkesin devlet güvencesi altında olduğu, adalet ve huzurun olduğu bir ülkeyi kurmak hiçte zor değildi. Ben bu sistemi kurarken telefon sesi ile kendime geldim.
-Efendim dedim.

Karşıda ki ses;
-Hayırdır Özlem Hanım bir problem mi var? Demez mi!
Arayan kapıda ki güvenlikti.
-Anlamadım, ne problemi? Bir yandan da amcayı takip ediyordum.
-Nerdeyse on dakikadır camdan bakıyorsunuz, yapabileceğim bir şey var mı?
-Hayır, teşekkür ederim,  dur bir dakika Musa efendi, sokağın karşısın da, börekçinin önünde ki yaşlı adamı daha önce gördün mü?
-Elinde çuvalları olanı mı?
-Evet onu.
-O bizim Ahmet amca, bu gün biraz geç kalmış, hep 9 gibi gelirdi.
-Ne yapar buralarda.
-Bizden ve yukarda ki fabrikadan çıkan kartonları toplar. Bizde onun için ayırıp gelince veririz. Tahmin ettiğiniz gibi satıp para kazanmaya çalışır.
-Kimi kimsesi yok mu, bu adamcağızın
-Bir evladı var, oda hayırsız çıktı. Kim bilir nerelerde. Ne arıyor ne soruyor, böyle evlat olacaksa hiç olmasın. Üç kuruş yaşlılık parası alıyor, her gün topladığı kartonları satıyor, bir hanımı var bir görsen melek sanki.
Musa, efendi kendisini kaptırmıştı, bu adama yeter ki bir dinleyen bulsun, susmak bilmezdi, biraz daha dinlersem adamcağızın yedi sülalesini anlatacağı kesindi.
-Tamam tamam yeter bu kadar sağ ol.
Telefonu kapatıp, kontrol edilecek evraklarımın başına döndüm. Evet, yaşlı teyze haklıydı, avara kalmıştım. Üretim, arıza formları arasında gelip giderken bir anda hayıflanmaya başladım.
Yirmi yıldır gelip gittiğin yerde bile, sürekli kapının önüne gelen adamcağızı tanımıyorsun, hiçbir şey düşündüğün gibi değil işte. Fabrikaya adım attıktan sonra, dış dünya ile bağımın bir pencereyle bağlı olduğunun farkına daha yeni varmıştım ne yazık ki.
Bir dakika bir dakika; Musa efendi “Tahmin ettiğiniz gibi demişti” değil mi, yanlış hatırlamıyorum.
Yok canım daha neler… Gayet normal bu cümleyi kurması. Kim görse o kartonların satılmak için toplandığını tahmin edebilir…

***

İşten çıkmak için hazırlandım, yağmur dinmişti. Bu gün, bu havada kimseyle buluşmak istemiyordu canım. Evimin yolunu tutmak en iyisiydi. Allahtan kapıda, Musa efendi yoktu. Giderayak, bir ara bir derede bir yolunu bulup, hikaye’nin geri kalanını anlatıp lafa tutacağı kesindi.
Rumelinden gelmişler yıllar önce. Şivesinden belli olmazdı Rumelili olduğu, yıllardır İstanbul’da konuşması da değişmişti. Ancak ne kadar değişse de bozuk Türkçesi hemen dikkat çekerdi. Ne Rumeli, ne de İstanbul şivesine benzerdi. Sevmesem de kullanmak zorunda olduğum bir kelimedir ‘kosmopolit’. Türkçeye yerleşen fakat eğreti durur. Aynı bu şehrin binaları gibi. Bende günün modasına uyayım bari. Kosmopolit  bir şehir olan İstanbul’ da, İstanbul  Türkçesi ile konuşmasını beklemem aptallıktan başka bir şey değildi elbette.
İyi ki yağmur dinmişti, şemsiye taşımak zorunda kalmayacağıma sevindim, nefret ederim şemsiye taşımaktan. Rüzgara karşı koyamayıp ters dönenlerimi, elinizi tutmak istemeyen yaramaz çocuklar gibi kaçmaya çalışanlarımı dersiniz.  Kaçırmamak için, sarılırsınız iki elinizle ya da ters dönenleri çevirmek için uğraşırsınız bir zaman.
Beş on dakika bekledikten sonra gelen minibüse işaret ettim.  Zang diye  tam önümde duran şoförün mesafe ayarlama yeteneğine hayran kalmıştım. Kimileri sizden ya metrelerce aşağınızda yada metrelerce yukarınızda durur. Binerken şöyle bir göz geçirdim, benimle birlikte üç kişi vardı. Parayı uzatırken şoför koltuğunun yanında ki yazı gözüme ilişti. ‘ Çekemeyenler anten taksın’  Şoförlerin duygularını dolandırmadan anlatmalarına, yalansız dolansız fakat kıvrak anlatımlarına iyi bir örnekti.
-Çekemeyenler anten taksın, akşam faceden paylaşsam mı? Herhalde tüm arkadaşlarım, kafayı yediğimi düşünürlerdi…
Minibüsten indikten sonra, metroya binmek için on dakikalık yürüme yolum vardı.
Hızlı hızlı yürümeye başladım, sanki atlı kovalıyordu. Bir anda kap kara gözleriyle hayalimde canlandı. Nereye koştururlar diye yorum yapmıştım, şimdi ben koşturuyorum, ben nereye yetişeceksem sanki.
Birileri de benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olabilir?

Hızlı adımlarla ilerken, iki kişinin gölgesi sanki benimle birlikte geliyordu.
-Allah Allah benimi takip ediyorlar? Yok canım olamaz, karanlıkta evham yaptım herhalde.
 Tam köşeyi dönerken tok bir ses,
-Bir saniye hanım efendi;
Duymamla, sese yönelmem bir oldu. Cevap vermek için biraz yavaşladım.
-Bana mı dediniz; Demeye kalmadan, biri sağ yanımda diğeri de sol yanımda, yağmur sonrası toprakta biranda biten mantarlar gibi bitivermişlerdi.
-Evet, siz!
Tok sesli olan, esmer, uzun boylu, orta yaşın üzerin de idi, diğeri ise zayıf, kumraldı. Esmer uzun boyludan gözünü ayırmıyordu. Yanlış yapmaktan korkar bir hali vardı. Tok sesli olan kimliğini göstererek
-Biz emniyetteniz. Sizi tevkif ediyoruz.
Tevkif etmekte neydi, bu kelimenin anlamını bilecek kadar yaşım ileri değildi ki.. Topu topu kırk yıl. İtiraf etmek gerekirse bu sözün anlamını bilmeyecek kadar da genç değildim.
-Neden, tevkif ediyorsunuz? Kime ne yapmışım, suçumun ne olduğunu söyler misiniz?
-Düzene karşı gelmekten, yeni devlet düzeni kurmaktan,
-Anlamadım ne zaman devlet düzenine karşı gelmişim, olamaz saçmalık bu. Bu güne kadar hiçbir suça karışmayan ben,  devlet düzenini yıkmışım, siz her halde başkasıyla karıştırdınız.
-Bizimle geliyorsunuz, uzatmayın. Devlet düzenini yıkıp, yeni düzen kurmak tan, tevkif ediyoruz.   
-Bak yine tevkif dedi…
-Zorluk çıkarmayın, sizin için iyi olur. Saçmalık nasıl zorluk çıkarabilirim ki, iki yanımda iki izbandut. Çömez olan nazik bir şekilde,
-Lütfen Özlem Hanım.
-Tamam memur bey geleyim de, benim düzeni yıkmam mümkün değil ki bir başıma. Keşke öyle bir imkanım olsa.
-Bu söyledikleriniz suça meylinizi gösterir. Çömez memurun sesinde ki ürkeklik ten cesaret alarak,
-Lütfen saçmalığa bir son verin.
Nasıl bir düzen getirmiştim acaba? Cumhuriyetin yerine krallık kurmuşumdur belki.  Belki de saraylarda saltanat sürmüşümdür. Ne güzel olurdu diktatör olup herkesi, karşımda susturmuş olsaydım.
-Kendine gel saçmalama, alıp götürürlerse görürsün sefa sürmeyi, Allah düşürmesin bunların eline deyip, biryandan da nasıl düzeni yıktım diye düşünmeye başladım. Bir anda  iş yerinde olanlar aklıma geldi. Adaletsizlik karşısında kurmaya çalıştığım devlet düzenini hatırladım. Acaba sebep bumuydu.
-Yok canım olamaz, sende abarttın dedim kendi kendime. Fakat şüphe kurdu bir kere dadanmıştı beynime, oyuyordu sanki.
Nazik davranışından cesaret aldığım çömez memura dönerek,
-Siz, yarın korkusu olmayan, herkesin devlet güvencesi altında, adalet ve huzurun olduğu sistemden mi bahsediyorsunuz?
Tok sesli olan çömezin cevabını beklemeden atıldı.
- Evet, ondan. Nasılda biliyorsun suçunu!  
-Saçmalamayın lütfen, böyle bir şey olamaz. Fiili bir eylem yok ortada. Ben sadece düşündüm, fiili eylem yoksa suçta yoktur öyle değil mi?  Sadece düşündüm!
-Biz de fiili eylemden bahsetmedik. Düşünceleriniz de devlet düzenini yıkıp, yeni sistem kurdunuz.
-Ben sadece düşündüm, düşüncenin suç olduğunu bilmiyordum. Bilseydim düşünmezdim, inanın.
- Hadi yeter bu kadar, gidiyoruz!
Ne söylersem söylesem fayda etmeyeceği kesindi. Sessizce dediklerini yapmaktan başka çarem yoktu. Demek ki, düşünmekte suç olmuştu. Tok sesli izbandut un kolumu kavramasıyla parmak uçlarım bembeyaz olmuştu.


***

Gözlerimi açıp kendime geldiğim de sol kolumu tutuyor, pür dikkat parmak uçlarıma boş boş bakıyordum. Zangır zangır çalan telefonun sesini bile duymuyordum. Bu şekilde ne kadar kaldığımı bile hatırlamıyorum, tek hatırladığım bu günün pazartesi olduğuydu.


Türkan Kebeci