23 Şubat 2017 Perşembe

Bakma







                                                                                                       









 Bakma yüzüme, bakma gözlerime…
Ben bakmıyorum artık.
Çaldığın umutlarımı, kullan şimdi.
Yar etmem o umutları sana.
Yeniden filizlenir kaynağımdan daha güzelleri.
Buysa sevdan…
İstemem sende kalsın, ben o gün bıraktım

Dilinden düşürmediğin ismimde…
Düşün'ce fikrimden.











14 Şubat 2017 Salı


GEMİNİN FARELERİ
Masmavi gökyüzünde bütün haşmeti ile yükselen güneş, kollarını açarak çarşaf gibi uzanan denizi kucaklamaya hazırdı. Deniz ise bu sükûnetten sıkılmış, güneşin ışınları ile oynaşmak istiyordu. Işınların umurunda değildi, kendi hallerindeydiler. Denizin dalgaları, ışınları tuttum dediği anda, ışınlar ani bir hareketle diğer dalganın tepesine kaçıyordu. Birbirine naz yapan sevgililerin muhabbetine diyecek yoktu. Bu güzel muhabbeti, 5 mil öteden dalgaları yararak gelen beyaz geminin düdük sesi bozdu. Kulakları parçalayan bu sese deniz bir anlam verememişti. Ona göre, sükûnetin içindeki bu gürültü yersizdi. Hiddetlenip hızını ve şiddetini artırarak ders vermeye hazırlandığı sırada güneş ışınları dalgaların önüne geçti.
-       Yapma, içinde o kadar can var.
-       Olmaz, bu ne saygısızlık. Onu taşıyan benim.
-       Tamam da sadece kaptan değil, içinde bir sürü insan var. Yazıktır.
Deniz bu merhametli sese hayır diyemedi, eski sakin haline geri döndü.
                *****
Dümendeki kaptan, neredeyse on yıldır bu gemideydi. Gemisinin civardaki gemilerden farkı yoktu. Gövdesi eskiydi. Bu eskilik göz nuru ile işlenmiş yüzyıllık gövdesinin kıymetini artırıyordu. Kaptan yardımcısına seslendi. Hiddetli ses, geminin kıç kısmında güneşlenen fareleri de korkutmuştu. Korkunun verdiği telaş ile başlarını kaldırıp hızlı hareketlerle etrafı kolaçan ettiler. Her şeyin yolunda olduğunu anlayan Kodaman Fare,
“Merak etmeyin, asayiş berkemal, keyfinize bakın” dedi.
Hepsi kaldıkları yerden güneşlenmelerine ve sohbetlerine devam ettiler.
-       Derdi ne bunun, yersiz hiddeti ile bir gün yüreğimize indirecek.
-       Sorma abi, herhalde Ali’ye kızdı.
-       Dün bir haber aldım, şu bizim Cemal Kaptan’ın gemisinden 100’e yakın fare gelmek istiyor.
-       Bak, bu bizim için iyi olur, o gemide dünyanın çok iyi tanıdığı Elçi Fare var. O gelirse itibarımız artar. İnince bir görüşelim bakalım. Sen bizim çocuklara söyle hazırlık yapsınlar, bakarsın ikna ederiz.
-       Olur abi. İstersen kaptana söyleyelim, limandan bize bir sandık peynir alsın.
-       İyi fikir, birkaç çeşit olsun, mahcup olmayalım.
-       Tamam ben gideyim, neredeyse limana geldik.
-       Kaptana söyle kuruyemiş de alsın.
İkinci Kodaman Fare isteklerini söylemek için kaptanın yanına gitti. Kapının kolunu tuttu, kolu aşağıya çekeceği sırada sağa sola sallanmaya başladı.
-       Hay Allah, öğrenemedi gitti. Kaç kere söyledik yavaş yanaş diye.
Bir süre kapı kolunda sallandıktan sonra sallantının durmasıyla kendini yere bıraktı. Kapının aralığından içeri sessizce süzüldü. Hızlı adımlarla kaptanın yanına geldi. Zıplayarak dümenin koluna çıktı. Tüm şirinliğini takınarak,
-       Kaptan sana hayranım, birçok gemide yolculuk yaptım. Hiç kimse limana bu kadar güzel yanaşamadı. Sen hiç sarsmadan yanaştın. Senin üstüne kaptan tanımam.
Bu sözleri duyan kır saçlı kaptan, sarı parıltılı madalyalarla dolu beyaz üniforması içinde, omzunu geriye doğru çekti, boynunu dikleştirerek daha bir heybetli hale geldi. Yüzünde gururlu bir ifade ile gülerek farenin dediğini onayladı.
-       Kaptan sana bir haberim var.
-       Söyle bakalım.
-       Cemal Kaptan’ın fareleri ile konuşup onları ikna etmeye çalıştım. Çok uğraştım, sonunda kabul ettiler. 100 kadar fare bize katılacak. Haa Elçi Fare de geliyor.
Elçi Fare’nin adını duyan kaptan,
-       Aferin sana, dile benden ne dilersen. Şu çevremdekilere bir bak, hep mazeret, hep olumsuzluk.
-       Boş ver onları, seni çekemiyorlar. Biz Elçi Fare’yi iyi ağırlayalım. Bir sandık peynir, bir kasa şarap, bir koli kuruyemiş lazım.
-       Tamam tamam, dönüşte hepsini aldırırım. Bir haber de benden.
-       Hayırdır kaptan.
-       Uzak Doğu’ya bir iş var. Fakat gemi bu kadar uzun yola dayanabilir mi bilmem. Ali istemiyor, geminin çok eksiği varmış.
-       Seni kıskanıyor, merak etme kaptan, sende bu yetenek varken bırak Uzak Doğu’yu, dünyanın bir ucuna gidersin. Kimse bu işi senin gibi yapamaz. Merak etme biz sana yardım ederiz, sen işi al.
-       Alayım değil mi? O zaman görsünler kaptan kimmiş.
-       Hadi ben gideyim, şu elçiyi bulayım. Kal sağlıcakla, seni mahcup etmek istemiyoruz, bizim erzakları unutma.
İkinci Kodaman Fare, kaptanın her şeyden iki üç katı alacağını hatta bir kasa da altın dağıtacağını çok iyi biliyordu. Yine de işini garantiye almak istedi. Ne de olsa insandı, sağı solu belli olmayan, şaşar beşer mahlûklardandı.
                        ****
Kaptan’la Ali gemiye geri döndüğünde tayfalar siparişleri mutfağa indirmeye başlamışlardı. Ali ise sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
-       Kaptanım, bu işi almayalım, gemi buna müsait değil, fırtına çıkarsa azgın dalgalarla baş edemeyiz.
-       Hayır Ali, sabah gün ışırken yola çıkacağız, hazırlıklarını yap.
Mutfağın yanındaki koridorda toplanan fareler gelenleri tek tek saymakla meşgulken, yeni gelen elli kadar fare şaşkınlık içindeydiler. Bu kadar yiyeceği ömürlerinde ilk defa görüyorlardı. Kodaman fare sessizce ikinci farenin kulağına eğildi.
-       Kaptana teşekküre git. Şükranlarımızı ilet. 100 fare dersin, nasıl olsa saymaz. Elçi Fare konusunda bir yolunu bul. Sakın gelmedi deme, hele kaptan hakkında söylediklerinden hiç bahsetme.
-       Tamam, zaten yola çıkmaya ikna edersek elçi aklına gelmez.
                           ****
Kaptanın odasının önünde, içeriden seslerin geldiğini duyunca, kapının menteşe boşluğuna sığındı. Buradan içeriyi daha rahat görüyordu. Masanın etrafında birinci ve ikinci kaptan yardımcıları, gemi mühendisi, personel sorumlusu ve gemide ilk defa gördüğü mendebur suratlı biri daha vardı. Hepsi de geminin eksikliklerinden bahsediyordu. Birinci kaptan yardımcısı masanın ortasına dünya haritasını serdi. İşaret parmağını haritanın üzerinde bir noktaya koyarak kaptana döndü.
-       Buradan geçmemiz mümkün değil, deli dalgalar bizi bir çırpıda yutar. Bu intihar olur.
İtiraza dayanamayan kaptan ayağa kalktı.
-       Ben ne diyorsam o olacak, yoksa görevden alırım. Toplantı bitmiştir, bir saat içinde demir alın, şimdi beni yalnız bırakın.
Fare, kapı açılır açılmaz içeri süzüldü. Kaptan masanın kenarlarına ellerini dayamış sinirli bir şekilde bekliyordu. Hızlı hızlı nefes alırken burun delikleri titriyor, gözünden ateş püskürüyordu. Fare kaptanın önüne oturdu.
-       Sıkma canını kaptan. Bunlar olur, senin başarını çekemiyorlar.
-       Bu iş olursa dünya kaptanı olacağım, gemimizi herkes tanıyacak.
-       Sen çık yola, biz varız. Sana teşekkür etmeye geldim, fareler yiyecekleri görünce sana minnettar oldular. İşler yoluna girince elçiyi getiririm. Senin gibi kaptan tanımadım, bu işi en iyi bilensin.
-       Anlamıyorum, her şeye itiraz ediyorlar. Bunların eline kalsam beni bir kaşık suda boğarlar. İyi ki siz varsınız.
Fare ile kaptan sohbet ederken gemi demir almıştı.
                          ***
Geri dönen fare, Kodaman Fare’ye her şeyi bir bir anlattı. Kodaman olanlardan memnundu.
-       Aferin, iyi iş yaptın. Şimdi parti hazırlıklarına başlayabiliriz. Her yeri çok güzel süsleyelim. Yiyecekleri bolca hazırlayalım.
-       Merak etme abi, ben şimdi ilgilenirim. Beş günde hazır.
Altıncı gün her şey hazırdı. Ortaya upuzun bir masa hazırlandı. Masada bir kuş sütü yoktu. Her tarafa rengârenk balonlar, kâğıttan fenerler asılmıştı. İçeriye giren Kodaman Fare masanın başına geçti.
“Buyurun arkadaşlar, aramıza hoş geldiniz” diyerek partiyi başlattı.
 Üç saat sonra geminin üstünde bir telaş vardı. Güvertede birinci kaptan, çabuk olmaları için bağırıyor, mürettebat da etrafta deliler gibi koşuşturuyordu. Geminin alt katında ise parti son hızıyla devam ediyordu. Peynirler, kuruyemişler havada uçuşuyordu. Orkestranın çaldığı hareketli müzik ile tüm fareler piste çıkmış, deli gibi tepinmeye başlamışlardı. Tabii kasalarca şarabın bunda etkisi çok fazlaydı. Bu neşeli ortam, bir tayfanın telaşlı bir şekilde kapıyı açması ile bozuldu. Tüm fareler buldukları deliklere ikili üçlü kaçıştılar.
Tayfa, üzerinde acil yazan dolabı haldır huldur karıştırırken, bir yandan da “Nerede bu Allah’ın cezası yelekler, şimdi kıyamet kopacak” diye söyleniyordu. Tayfa gittikten sonra tüm fareler deliklerinden bir bir çıktılar. Kodaman yardımcısına döndü.
-       Sen bir kolaçan et de gel, neler oluyor. Bir şey var ki can yeleklerini arıyorlar.
Beş dakika sonra fare kan ter içinde, soluk soluğa geri döndü.
-       Hemen kaçmalıyız. Felaket fırtına ve yağmur var. Bu gemi dalgalara dayanamaz.
-       Hadi o zaman acele edelim.
Fareler tek sıra halinde güverteye çıktılar. Dalgalar, gövdesine vurdukça gemiyi beşik gibi bir o yana bir bu yana sallıyordu. İnsanlar ise telaşla gemiyi kurtarmak için uğraşırken İkinci Fare, “Böyle bir kaptanı nerede bulacağız bir daha, iyi insandı” diyerek yavaş yavaş geminin dışına süzüldü. 
Bu sefer deniz bütün haşmetini göstermeye niyetliydi. Ne de olsa hatırını sayacak güneş ışınları yoktu.








4 Şubat 2017 Cumartesi

KALK !
Kalk ayağa silkelen, at üstünden şu ölü toprağı.
Kaç kere kalktın ayağa bir düşün, sana kurulan setlere, duvarlara eyvallahın olmadan.
Ne bu şimdi !
Yaşadıklarına inat, kalk be !
Cihan-ı aleme inat.
Her biriniz değil miydiniz nefer?
Lider mi ararsın her bir neferiniz lider.
Kalk ayağa gönül, vatan bildiğin topraklardan, güneş gibi maviye,
Yıldızınla ayınla kalk.
Kalk be vatan, dimdik ayağa kalk!

Türkânca




AH BU İSTANBUL!!
Her tarafı denizmiş.
Bizim denizimiz diye başladı söze.
Nerelisiniz dedim.
İzmirliymiş.
Bu İstanbullular rezil etti bizim Alaçatı’yı dedi.
Sizler bakireliğimizi bitirdiniz demez mi.
Ah bu İstanbul !
Devir kapatıp devir açan sevdanın şehri beni dillere düşürdün.
Bizimde bir başka boğazımız var dedim.
On beş milyonu doyuran.
Gerdanına inciler dizdiğimiz.

 İstanbul !!!

2 Şubat 2017 Perşembe

ÇALINAN YAŞAMLAR
Her hayat bir hikâyedir. Açılan kapıdan içeriye girer ve usul usul okuruz. Bazen öyle hikâyelerle karşılaşırız ki içimiz sızlar ve söyleyecek söz bulamadığımız için kader işte diyerek suçu kadere atıp köşeye çekiliriz. Ama bazı hikâyeler var ki inanın gerçekten kaderdir. Saniyeler bizi hayata bağladığı gibi saniyeler bizi hayattan alır. İşte bu hikâyede saniyelere bağlı bir yaşamın öyküsü.
Öyle bir denge vardı ki !
Zerre kadar anlam veremediğim gibi bazen de dünyanın anlamını yüklediğim. Baktığınızda hırsız dan farksızdım. Ondan çok şeyleri çalıyordum en başta geleceği. Gasp etmiştim geleceğini ne getireceğini bilmeden. Ya olmazsa!  İşte o zaman vereceğim bir şeyim yoktu. Nasıl çalabilirim bir geleceği ya da nasıl ver derim geleceğini. Mümkün değil tüm bunlar boş ve anlamsız geliyor diye düşündüğüm anda. 'Ben veriyorum' cevabı ile hırsızlık giysisi bir anda çözülüp uzaklaştı. Çalmıyorum ve verecek bir şeyim olmasa da sonuç fifti fifti.. Kefeler dengede. Her bir kefe kendine yükleneni taşıyor. Birinde verilen diğerinde alınan. Gösterge sıfırda...
Benim için ayak uydurmak zorunda kaldığı şehirde göreve başlayalı bir sene olmuştu. Şehrin yapısından mı yada görevinden mi bilinmez artık tanımakta zorluk çektiğim agresif bir ruh haline bürünmüştü sakin, ılımlı insan. Anlamak, çözmek şöyle dursun konuşamıyordum bile. Oysa sevgi anlaşılmayla başlamaz mı?
Yine anlaşılmayan günlerden birindeydim. Söylediğimin ters anlamıyla güne başlamıştık. Arkası gelmeyen kavgalara, didişmelere günaydın dediğim günün akşamında birkaç defa çaldığım zile açılmayan duvar gibi kapıyla karşılaşınca eve gelmediğini anlamıştım. Duvarı anahtarımla açıp içeri girdim. Evi birkaç kez turladıktan sonra yaktığım sigaranın dumanına düşüncelerimi yükledim. Bir insanın hayatını kendi hayatıma adapte ederken farkında olmadan bir şeyleri de alıp götürdüğümü anladım. Bunu yapmaya hakkım yoktu. Hemen telefona sarıldım. Birkaç çalmadan sonra açtı. Merhaba dememe fırsat vermeden,
-          Bende seni arayacaktım, nöbetteyim. Rahat konuşamıyorum, arkadaşa sesleneyim yerime baksın, biraz bekle.
Bu sözlerden sonra telefon elimde beklemeye başladım. Derinden gelen sesinin tonunda tartışmanın izleri vardı. Kısa bir süre sonra,
-          Tamam, seni dinliyorum,
-          Müsait değilsen sonra arayım.
Sert ses tonu ile hızlı adımlarının ritmi uyum içinde
-          Rahat konuşmak için salondan çıktım, dışardayım.
-          Hayatından birçok şeyi çaldığımın farkındayım,
-          Çalmıyorsun, ben veriyorum.
-          Sözümü kesmeden bir dinlesen ne…
Cümlemi tamamlamaya fırsat kalmadan kulağımın zarını patlatan ses ile ‘Orda mısın’ diye bağırmaya başladım.
Bir gün sonra mahşer yerini andıran kalabalık hep bir ağızdan ‘Helal olsun’ diye hocaya cevap verirken küçük kızın gözyaşlarıyla yıkanan vicdanların omuzlarına kaldırıldık Al bayrağa sarılı, Bekir’i.
Titreyen sesle ‘Gördün mü, ben hayatımı verdim, sen ölümü çaldın’ diyerek, Ayşe’yi kucağına alıp kortejin önüne gitti.