19 Ağustos 2011 Cuma

Biz Halkız

Evet,  halk olarak, yaşadığımız olaylar, bizi ister istemez hiddetli düşünmeye ve konuşmaya itiyor. Fakat bu sözler ve hakaretler hiçbir zaman çözüm yolu olmayacaktır. Bizim hiddetli davranışımız sadece, aramızda ki uçurumu açmaya yarayacaktır.  Bizler birliği ve beraberlik duygularımızı geliştirmek için uğraş vermeliyiz. Bizler farklılıklarımızı aynı topraklarda yaşayarak, aynı havayı soluyan, aynı kaderi paylaşan etle tırnağız. Dünyada aynı şeyleri paylaşıp farklı olan bir millet var mı? Belki de hazmedilmeyen de budur.
Bu coğrafya,  yıllarca savaşları yaşayan, konumundan   dolayı herkesin sahip olmak istediği bir diyar. Kafanızı bir kaldırın şöyle bir bakın etrafınıza; kuzeyde, hırçın Karadeniz’in etrafında dizilen Ukrayna, Rusya, Bulgaristan, doğu da, Azerbaycan ve türki cumhuriyetlerini, güneyde,  İran, Irak, Suriye ve Akdeniz’in, gerdanını süsleyen inci Kıbrıs’ı, batı da Avrupa kıtasını görürsünüz. Bunları görmek için sadece başınızı kaldırıp bakmanız yeterlidir.  Her yere sahip olduğunuzu anlarsınız. Böyle bir konuma sahip  ülkeye,  herkes sahip olmak isteyecektir. Hele birde bu diyarın etrafı enerji kaynakları ile doluysa,  emperyalist canavarların  iştahını yıllarca kabartmış ve kabartacaktır.
Şehitlerimiz için çok üzüldük, bu üzüntümüzün tarifi elbette mümkün değil, fakat ateş düştüğü yeri yakar. Aynı ateş bu ülkenin evladı olan Mehmet’in karşısında ki diğer Mehmet’in evine de düştü. O da bu topraklarda doğdu, bu havayı soludu. O zaman aynı toprağın iki fidanı nasıl karşı karşıya getirildi. Biz bu senaryoyu daha önce yaşadık; 70’li yıllar gençlerimizi sağ,  sol, alevi ve suni diye karşı karşıya getirip, geleceğimiz olan gençlerin birbirilerini öldürmelerini seyrettik.  Yine sahnede gençlerimiz, senaryo aynı, halkı birbirine düşürüp aramıza nifak tohumlarını ekmek.  Bu coğrafya halkı yıllarca aşiretlerin, şıhların,  ağaların egemenliği altında kaldı. Onların dedikleri doğrultusunda hareket edebildiler. Töre uğruna, namus uğruna ezildiler. Dizilerde seyrettiğimiz ağa filmlerinde ki gibi değil her şey. Bize sadece zengin ağaların yaşamları gösterildi.
 Hiçbir iktidar, oy korkusuna buralarda toprak reformunu gerçekleştiremedi. 80  li yıllar dan sonra farklı amaçlar için oluşturulan  pkk adı verilen oluşumun baskısını yaşamaya başladı. 90 yıllar da bu baskılara,ordu ve emniyet güçlerin baskısı geldi.  Devlet olarak, buradaki halkımıza,  sizler neler istiyorsunuz, sıkıntılarınız nedir demedik. Baskılara terk ettik. Geçmişten gelen yanlışlarımızı düzeltmeye koyulduk.  Devletin açılım atağı doğru,  fakat uygulamada yanlış yönlendirildi. İçinde ne olacağını bilmediğimiz açılım, sadece örgütü aklamak için kurulan ve ayaklarına gönderilen mahkemeye dönüştü, toplumun tepkisine neden oldu, bunlar özellikle yapılmış gibiydi.  Böylelikle halkımızın arasına ilk ateş atılmış oldu. Seçim öncesi,  seçime girmesine izin verilen milletvekillerin seçim sonrası milletvekilliğin kabul edilmemesi, sivil itaatsizlik adı altında yapılan oturma eylemleri, devletin memuruna atılan tokat ve son damla özerklik ilan edilmesi. Devletin  tüm bu eylemlere sessiz kalmasını anlamak mümkün değil. Bu sessizlik karşı tarafı cesaretlendirdi. Her bir adımı daha cüretkar attılar. Fakat hükümet, daha özgür bir anayasadan bahsederken, illerde seçim yapıp bu seçimi milli mücadele deki seçime benzettiler. Vergi vermeme konusunda inatlaşmaları, yol kesip kimlik kontrolleri ve bunların üstüne son iki hafta da verilen 36’tı şehit,  tüm halkın sinirlerini yeterince gerdi. Toplumdan hükümete sesler yükselmeye başladı. Burada neden sorusunu sormamız gerekli, daha özgür anayasa hazırlanırken, bdp’yi meclise getirmek için yollar aranırken, neden bu kadar tepki toplayacak eylemleri yaptılar. İstenilen bumuydu acaba, peki işler bu noktaya gelene kadar hükümet bu olaylara neden sessiz kaldı.  Zamanında yaptırımlar uygulansaydı yine olaylar bu noktalara gelebilir miydi? Bu cüretti nerden aldılar. Ya da yapılmak istenilen bumuydu?
Halkın tepkisini bastırmak için düzenlenen hava harekatı ne kadar doğru, kullandığımız ortak istihbaratın  pkk ya ulaştırılmış olması, ya da yapılacak harekatın haberlerini basından duyurulması sonucunda, uçaklarımızın kandili boşuna bombalama ihtimali yüksek değil mi? Bu harekatla toplumun tepkisi bastırılmış olacak.
8 yıldır pkk’ya karşı fiili harekat yapılmamış iken, bölgemizde bu kadar kargaşanın olduğu bir dönemde, hava harekatıyla bir taşla iki kuş vurulmak istenmiş olabilir.
Böylelikle gerilen toplumun tepkilerini bastırmak, bu eylemlerin kaynağını Suriye ye bağlayarak, Türkiye’nin müdahale eylemine meşrutiyet kazandırmak. Biz sınırımızın dışında kandili bombalayalım, onlarda sınırlarımız içinde ki karakolları bombalasınlar, artı ve eksi kutuplar gibi hedefler zıt yönlere hareket ediyor, bu hedefler aynı yöne niye hareket etmiyor.
Asıl sorun, bu gençlerimiz  örgütün ağına nasıl düşürülüyor, kendilerine neler vaat ediliyor, bu yöredeki halkımızın beklentileri doğrultusunda çözüm yolları bulunduğu takdirde hiçbir ailenin ocağına ateş düşmeyecektir.
Diyarbakır, güzel anılarımın geçtiği yer. İstanbul’dan gittiğimizde bana yabancı olan bir kültürün içinde bulmuştum kendimi. Giyim, konuşma, değer yargıları farklı olan bir yer. Sokaklar da patlıcan közlemek için yakılan ateşleri, ilk tandır ekmeğinin tadını, dam üstünde yatmayı, sokak düğünlerini, uçsuz bucaksız pamuk tarlarında pamuk toplayan cefakar kadınları, sıcak Diyarbakır akşamlarını..
 Nasıl alışacağım derken birde baktım ki en iyi dostlukları kurdum bir yer oldu.  Diyarbakır lisesi ve buradaki arkadaşlarım. 
Ayrıca bana coğrafya dersini sevdiren, çok sert yapısının altında yumuşak bir kalbi olan, herkesin kendisinden korktuğu fakat kendisinden hiç korkmadığım, eğitim ordusunun bir neferi olan, Mardin canavarı hocama da Allah’tan rahmet diliyorum..
 Gitmediğimiz yerler ve oralarda yaşayan halkımız hakkında ön yargılı olmamalıyız, bu toprağın her köşesinde yaşayan herkes benden, sizden biri,  sadece farkımız hayatın bizlere sunduğu olanaklar doğrultusundadır farklılıklarımız.
Bizler Anadolu halkıyız.
Türkan Kebeci

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Biz Anadoluyuz




Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp İstanbul’u dinlediği gibi, bende gözlerimi kapatıp kendimi dinlemeye koyuldum. Gürültülü bir ortamda, göz kapaklarımı ağır, ağır kapatıp, loş karanlığın içine kendimi bırakıverdim. Beynime hep güzel şeyler kurması için komutlar göndermeye başladım. O düşünmeye geçmeden önce ben ona hükmetmek istedim. Ben ne kadar istersem de,  yine benden önce davranmıştı. Bu durum’dan  benim kadar çevremdeki çok insanda şikayetçiydi. Şikayetçi olmamız nafile herkes gibi oda bildiğini okudu  ve  beni  bir sürü can sıkıcı olayların içine çekiverdi.
Çevremiz de birçok acımasız, çirkin olaylar olmakta, her gün en az birkaç tanesine görsel ve yazılı basında,  denk gelmeyenimiz yoktur.  Son haftalar da basında olanları hatırlayalım;
Kadınlarımızın uğradığı şiddetler hat safa daydı, dövülüp otobüs duraklarına bırakılanlar, ayrıldığı için çocukların önünde bıçaklananlar, 11-14 yaşlarında kendileri çocukken çocuk sahibi olanlar, sevgisine karşılık verilmediği için kesilenler, başka erkeklere para karşılığında satıldığı için intihar edenler , ya da para için babaları yaşlarındaki erkeklerle evlendirilenler, bunlar sadece basına yansıyıp ta haberdar olduklarımız dan  birkaçı sadece. Ya olmadıklarımız onlar kim bilir neler yaşamaktalar. Bilmek mümkün değil elbette. Bu acıları çekenler,  bizim kadınlarımız. Nazımın değdi gibi; sofrada öküzden sonra yeri  olan kadınlarımız. Bunun cevabını aramak tabi ki sosyologların işi elbette , yine de neden sorusunu kendime sorma dan edemem.
Kadın bizim toplumuzda kıymetliydi, anamız, bacımız yarimizdi. Uğruna mahpuslar yatardık, namusumuzdu.  Ne oldu da bu hale geldiler. Loş karanlıkta beynim fıldır,  fıldır,  bu soruya cevap aramaya başladı. Bizlere has olan değer yargılarımız; büyüklerimizi sayardık, küçüklerimizi sever ve korurduk,  misafirimize  hürmet ederdik, akrabamızdan daha yakın olan komşularımızın hakkına hukukuna saygı gösterirdik, namusuna, emanetine göz diktirmezdik. Sokakta kadınlarımıza saygı gösterirdik. En kabadayı geçinenler bile kadının karşısında susardı. Şimdi ise toplumda kadın bir şey söylemeden erkekler kadınlarla ağız kavgası etmeye başlıyorlar. Büyüklerimizi  saydığımızı söyleyebilmeyi isterdim.  Anne ve babalarımızla kavga ediyoruz işimize gelmezse moruklar lakabını yakıştırıyoruz. Bakamadığımız için bir sürü huzur evleri açtık bizim yerimize baksınlar diye, bayramlar da eş dost gelir diye günler öncesinden hazırlık yapardık, şimdi ise bayramlarda kimseyle uğraşmamak için kaçıyoruz, artık bayram demek tatil demek.  Aldığımız herhangi bir eşyayı, herkes görsün diye uluorta çıkarmazdık, şimdi arkadaşlarımızın gözlerine sokuyoruz. Toplum değişmişti, bu değişimden tabi ki kadınlarımızda nasibini aldı,  hem ev hem de işte çalışmaya başladılar. Eşitlik bu bireylere farklı olarak öğretildi. Oysa eşitlik erkeklerin görev yükünü azaltmak olmamalıydı.
Değişim olmadan,  toplumların ilerlemesi düşünülemez. Bu değişimde küreselleşmenin etkisi elbette var. Küreselleşme kültürel emperyalizmin  kendisidir. Toplumların bu değişimlere, karşı koyması mümkün değildir. Fakat her toplum farklı kültür yapısına sahip olduğundan,  her değişim her toplumda farklı sonuçlar vereceğinden, devletler bu değişimler için sosyologlarını görevlendirip çözümler üretmeli, değişim sürecinde toplumlarını,  çok hasar almadan, bu değişimlere hazırlamalıdır. 
Hazmedilerek yaşanan değişimler de,  kültürel  dejenerasyon daha az olacaktır. Bunun için devlet ve sivil kuruluşlar birlikte çalışarak toplumun eğitimiyle ilgili çalışmalar hazırlamalıdır.
Görev dağılımları, erkek ve kadının rolleri iyi belirlenmelidir. Çünkü çocukların yetişmesinde, karakterin oluşmasında,  bu roller etkilidir. Kadına yönelik şiddette,  devlet bu olayların sebeplerini,  araştırmalı ve gerekli önlemler almalıdır. Bu tip olaylarda cezai işlemlerin ağırlaştırılması caydırıcı bir önlem olabilir. Ayrıca cezanın zamanında tecellisi çok önemlidir. Sığınma evleri açmak çözüm olarak gösterilmektedir.  Çözümsüzlüğü ört pas etmek için alınan geçici önlemlerdir. Sığınma evleri açmakla övünen siyasetçiler için bu utanç kaynağı olmalıdır. Şiddeti gören kadın, evinden,  barkından , koparılan kadın, bilmediği yerlere yerleştirilen yine kadın. Peki bu uygulama cezamı, ödül mü? Eğer şiddeti gören kadınsa, evden uzaklaştırılan sığınma evlerine yerleştirilen de erkekler olmalıdır. Şiddet problemiyle karşılaşan kadınlar için en küçük yerleşim yerlerinden şehirlere kadar her yerde müracat edebileceği birimler olmalı, maddi ve manevi  tüm koruma önlemleri alınmalıdır.
Kadınına değer veren devletlerde,  bireylerin değer vermemesi düşünülemez. Toplum kadın ve erkeklerin omuzlarında birlikte yükselir, omuzun biri çöktükten sonra toplumun ayakta kalmasını beklemek hayalden öteye gitmez.  Unutmayın geleceği , biz kadınlar yetiştirdiğimiz için,  hem ülkenin hem de erkeklerin geleceği bizim ellerimizde. Sağlıklı,  başarılı bir geleceğe sahip olmayı isteyen toplumlar,  kadınlarına gereken değeri vermek zorundadırlar. Bizler bu ülkeyi birlikte kurtardık, birlikte kurduk ve birlikte yükselteceğiz.  Çünkü biz  Anadolu’yuz…
Bu olaylar zihnimde döndükçe, göz kapaklarımı kaparken oluşan loş karanlık, zifiri karanlığa dönüvermişti. Sanki kör kuyulara düşmüştüm, kendimi bu zifiri karanlıktan bir an önce kurtarmak istedim, karanlıkta boğuluyordum. Gözlerimi açarken içime bir huzur çöküverdi.  Evet , biz Anadolu’yuz, medeniyetlerin beşiği isek, geleceğimizi de daha güzel yapacak güce sahibiz, biz Anadolu kadınıyız.

Türkan Kebeci
turkankebeci@gmail.com

11 Ağustos 2011 Perşembe

Biz olmak



Gitmek her şeyi arkamda bırakarak gidebilmek isterdim, bilmediğim diyarlara yelken açmak. Rüzgar nerden eserse yelken kendiliğinden  dönsün otarafa,  kuru bir dal gibi sürükleneyim rüzgarın önünde. Hiç sorgu sual etmeden sessizce yörüngesine gireyim. Rüzgarım, poyraz, lodos olmasın , yapraklarım yitirmiştir güzel yeşil rengini ve tazeliğini,  dayanamam  onun  bu şiddetine,  kırılıveririm. Onun için rüzgarım   meltem olsun,  ılık ılık essin ve yavaş yavaş  götürsün gideceğim yere.  Giderken  en çok sevdiğim türküleri  söylesin kulağıma, ülkemin bir ucunda yakılan türkülerini diğer ucundan duyabileyim. Sesimi duysun tüm halkım eşlik etsin rüzgarla bana. Bir ağızdan söyleyelim kardeşlik türkülerini, birlikte halayları, zılgıtları çekelim. Nazımın dediği gibi bir ağaç gibi hür ve özgür bir orman gibi kardeşce sine yaşayalım diye düşünürken,  İzmir’in kavakları türküsünün namesi kulağıma gelmeye başladı. Meltem benden önce başlamıştı söylemeye, evet gidilecek yer belli olmuştu. Koyulduk İzmir’in yollarına. ‘İzmir’in kavakları dökülür yaprakları, bize de derler  Çakıcı yıkarız konakları, yar fidan boylum’ ilk kurşunun atıldığı yer, ilk milli mücadele kıvılcımının başladığı güzelim İzmir’in sesi  tüm ülkeye nasılda yayılmıştı. İngiltere’nin  verdiği gazla güzel  İzmiri ve  Batı Anadolu’yu işgal eden Yunanlıların,  denize dökülüşü ile, özgürlüğün, bağımsızlığın öncüsü ve zaferin son noktası oluvermişti. Amasya da doğan güneş, Erzurum’a, Sivas’a yayılmıştı.  Ben bunları düşünürken meltem Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar türküsünü mırıldanmaya başlamıştı bile. Güzelim Antep, Urfa, Maraş   halkım nasılda karşı koymuşlardı ,Fransızların zulmüne.  Ayrımız gayrımız yoktu Türkü, Kürdü, Zaza, Alevi, Suni, ayrımını  bilmezdik kardeşce  yaşayıp, omuz omuza savunduk . Fransızların emellerine ulaşamadığı güzelim toprakları.
‘Kalenin dibinde taş ben olaydım, gelene geçene yoldaş olaydım, bacısı güzele gardaş olaydım’  meltem den önce benim dilime dolanmıştı bu türkü, götür beni o diyarlara. Gidelim çayhanalara, meyhanalara,  akrabalarımızın olduğu diyarlara. Bu coğrafyayı Osmanlıdan koparmak için atılan nifak tohumlarının sonucunda İngilizlerin işgal ettikleri Suriye,  Libya, Mısır’da zulme ve emperyalizme karşı direniş ateşini yakmak için Mustafa Kemal Paşa az uğraşmamıştı, Osmanlı Devletine karşı özgürlük isteyenler parçalara bölünüvermişlerdi. 
İnsanoğlu ne kadar gitmek istese de geride bıraktıklarını düşünmeden de edemez. Onun için gitmeler sadece kaçıştır. Tekrar yaşadığı yerlere ve zamana geri gelmek ister, her şeyin bir bitiş zamanı vardır. İnsanın ömrü hep bahar yada hep kış olmaz elbette, bazen baharla birlikte kışı da yaşarız. Bazen dostlarımız bizi yada biz dostlarımızı bırakıp gideriz. Zamanı gelmişse ayrılığın gitmek en güzeli. Bizimde zamanımız gelmişti, meltem  vedalaştı  benimle, farklı diyarlara gitmek için.
 Hayatımdaki,  arkadaşlarım, dostlarım, işim, benimle çalışanlar, eşyalarım, kitaplarım ve sevdiklerim bana bir şey katabilmeli, sevgilerim, kavgalarımdan bir şeyler öğrenebilmeliyim ve öğretebilmeliyim birilerine, faydam olmalı, olmadıktan sonra ne anlamı var insan olmanın, ben olmanın. Evet ,  işte yine aynı yerdeyim  bu gitmeler ne kattı bana;  Anadolu’da kardeşce yaşamayı , zulme birlikte karşı koymayı, paylaşmayı, kısacası ben değil biz olmayı öğrendim.  Ben öğrendim de ülkemde bunu göremiyorum. Özerklik adı altında 45 ilde millet seçimi yapılıyor, sesimiz çıkmıyor. Neymiş milli mücadelede ki gibi. Olacak iş değil, aklın alması mümkün değil.  Suriye yi parçalamaya çalışan emperyal  güçlerle bir olup, akrabalarımıza ültimatom veriyoruz. Altı ay önce biz Asi nehrinin kardeşliği ile akrabalarımız ile aramızda ki sınırı kaldırmadık mı, ticaretimizi geliştirmek için anlaşmalar yapmadık mı? Ne oldu altı ay içinde ne değişti. Mazlumun yanında yer alan bizler şimdi güçlünün yanında mı yer alacağız. 20 yy da parçaladıkları yetmedi mi?
Bir zamanlar Yunanlılara verilen gazı şimdi bize veriyorlar, dış basın Türkiye’ yi yere göğe sığdıramıyor. Bu gazla Suriye kardeşlerimize ultimatom veriyoruz. Suriye’yi  parçalamak için  Amerika tarafından kurdurulan Adalet ve kalkınma harekatının Suriyeli liderini ve Amerikalı yetkilileri beş gün İstanbul da konuk edip, üst düzey yetkililerle  bizde toplantıya ev sahipliği ettik . Daha fazla parçalara bölüp,  yönetilmesi  kolay olsun diye emperyalist güçlerle bir oluyoruz.  Ortadoğu topraklarında ikinci bir İsrailin kurulmasına  ve korunmasına mı  bekçilik edeceğiz.  Irak’ı parçalamak için kullanamadıkları askerlerimizi şimdi kullanacaklar. Nasıl olsa ordu istenilen kıvama getirildi.
 İsrailin kurulması için Osmanlıya para teklif eden İngilizler padişah Abdülhamit’ten aldıkları cevabı unutamamışlar ki, torunlarına ikinci bir İsrail’i kurdurup bekçilik yaptıracaklar. Geçmişini değerlendiremeyen milletler için tarih tekerrür eder.
Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıymış,  benimde gitmelerim sadece kaçıştan başka bir şey değil. Kalmak en güzeli, olup biteni görmek için.
 Bu topraklar da biz olarak kalmak,  kardeşce.
Türkan Kebeci
turkankebeci@gmail.com