Pazartesi, haftanın ilk iş günü. Yirmi yıldır hiç pazartesi sendromunu
yaşamadım. Sorsanız, nasıl olduğunu dahi bilmem. Sadece sürekli hayıflanan
insanlar…
-Off yarın
işmi var;
-Bu gün elim
işe gitmiyor;
-Sabahın bu
saatinde bu olur mu, daha afyonum patlamadı;
Bu sözler en sık duyduklarımdı. Bana çok uzaktı. İşimi
severek yaptığım için, en zor zamanlarda bile isteyerek gelirdim. Cumartesileri
çalışmak hiç sorun olmadı. Zor koşullara çözüm bulmak, dengeleri kurmak zor değildi.
Bana göre her şeyin çözümü vardı. Aslında, ileriye dönük hazırlıklardı bunlar. İnsanları
yönetme sanatını iyi öğrenmeliydim.
Yağmurlu bir İstanbul sabahında işe geleli iki saat
kadar ya olmuş, ya olmamıştı. Yaptığım üretim programını değiştirmek zorunda
kalmıştım. Bu, bütün her şeyi, sil baştan yeniden yapmam demekti. Aslında
değiştirmeye gerek yoktu fakat bunu anlatamıyordum. İnsanın yapmak istedikleri
şeyleri yapamayıp, bulunduğu koşullara rıza göstermesi kadar zor bir durum
yoktur. Kendi kendime söylenmeye başlamıştım.
-Değiştirmeden yapılabilecek bu işi, sırf aksilik
olursa diye değiştirmek, olacak şey değil. O zaman gelip yapın bu işi, neden bu
kadar çok isterken olmuyordu istediklerim.
Herkes bana bulunduğum ortamın iyi olduğunu söylese
de bana yetmiyordu. İnsanları yönetme sanatını öğrendiğim için, kitleleri de
yönetebilirdim. Bu düşünceler beynimi kemirdikçe, içimdeki hırsda
büyüyordu.
Camdan hem yağmuru seyretmek, hem de hırsımı bastırmak için perdeyi aralayıp, boş
gözlerle sokağı seyretmeye başladım. Yağmur suyu caddeyi temizlemiş, Cuma günkü
tozlu halinden eser bırakmamıştı. Yağmurdan renkleri matlaşmış, ki mi yerleri
ıslak, ki mi yerleri kuru kalmış işyerlerin cepheleri, bir deri bir kemik hortlaklar gibi üstüme
geliyorlardı. İnsanlar ise, yağmurdan ve soğuktan korunmak için kimi
şemsiyesine, kimisi de palto ve atkılarına sımsıkı sarılmış, karıncalar gibi
hızlı hızlı koşturuyorlardı.
-Nereye yetişecekler ki, ne bu telaş herkeste, diye düşünürken.
Camın önünden geçen yetmiş yaşlarında ki kadıncağız,
o kap kara gözleri ve yüzünde ki bir hışımla bana bakmaya başladı.
-Şimdi sıcak ve kapalı yerdesin ve camın arkasından
bu şekilde konuşuyorsun.
- Hayır konuşmuyorum,
- Yakışmıyor sana,
- Ben yakışmayacak ne yaptım teyzeciğim,
-Birde soruyorsun nereye yetişeceğimizi, herkesin
işi gücü var. Kalmışsın avara.
- Teyzeciğim gerçekten konuşmadım, sadece
düşünüyordum.
Desem de ne çare. Kadıncağız başını iki tarafa
salladı, bir taraftan da homurdanarak
yoluna devam etti. Çarpılmış gibiydim aniden perdeyi kapattım. Masanın
etrafında bir iki tur attıktan sonra tekrar pencerenin önüne geldim. Korkarak
perdeyi tutup, yavaş yavaş aralamaya başladım.
O kapkara gözlerle tekrar karşılaşmak istemiyordum. Boş sokağı görünce;
-oh gitmiş, dedim.
Bu sefer de sokağın karşısında, hafif aksayan, temiz
giyimli, pamuk saçlı bir amcaya takıldım. Buralarda ilk defa gördüğüme emindim.
Artık yirmi yıldır bu semte gelip gittiğim için çoğu yüzler aşinaydı. Sağ eli
ile sırtında ki çuvalı sıkı sıkı tutuyordu. Diğer elinde ki çuvalın hafifliği, rüzgarın
etkisi ile bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp, aksayan bacağına çarpışından
anlaşılıyordu. O ise buna hiç aldırış
etmeden, yüzünde ki sevinç ve mutlulukla, hızlı hızlı yoluna devam ediyordu. Neydi onu bu soğuk ve yağmurun altında bu
kadar mutlu eden?
Çuvalın etrafından sarkan kartonların temizliğine
bakılırsa bu işi yapanlardan değildi. Bu işi yapmış olsaydı kartonlar parça,
parça ve kirli olurdu diye düşündüm.
Burası fabrikaların, toptancıların olduğu bir semt olduğuna göre, bu
amcaya da bu kartonları firmalardan biri vermiş olmalıydı. Bunun için miydi
yüzündeki mutluluk.
-Belki de evde yakacağı yoktur, torunları vardır
üşüyen. Kapıyı açıp içeri girdiğinde kim
bilir ne kadar sevinecekler.
-Belki de bunları satıp, sıcak bir ekmek alacaktır.
-Kendine bak birde, yapmak istediklerin olmadığı
için hırslanıyorsun. İnsanlar bir parça ekmek için ne mücadeleler veriyorlar.
Kendi kendime
bunları düşünürken bir anda hayatın ne kadar adaletsiz oluğunu farkettim. Aslında
hayat değil bizlerdik adaletsiz olan. Kendi çıkar ve menfaatlerimizi
düşünmekten, “ben” duygusu ile yaşamaktan çevremizi göremez olmuştuk. İnsana
değer vermeyen, maddeye dayalı sistem içinde sadece bir piyonuz. Şahı korumakla görevliyiz.
Hemen bir devlet düzeni kurdum, ülkede yaşayan
ihtiyaç sahiplerinin ayaklarına giderek, eksikliklerini gideren, yaşlılar, kimsesizler, sokakta kalanlar için
yerleşim yerleri olan, tinerci çocukların olmadığı, insanların gülümsediği,
yarın kaygısı yaşamayan, herkesin devlet güvencesi altında olduğu, adalet ve
huzurun olduğu bir ülkeyi kurmak hiçte zor değildi. Ben bu sistemi kurarken
telefon sesi ile kendime geldim.
-Efendim dedim.
Karşıda ki ses;
Karşıda ki ses;
-Hayırdır Özlem Hanım bir problem mi var? Demez mi!
Arayan kapıda ki güvenlikti.
-Anlamadım, ne problemi? Bir yandan da amcayı takip
ediyordum.
-Nerdeyse on dakikadır camdan bakıyorsunuz,
yapabileceğim bir şey var mı?
-Hayır, teşekkür ederim, dur bir dakika Musa efendi, sokağın karşısın
da, börekçinin önünde ki yaşlı adamı daha önce gördün mü?
-Elinde çuvalları olanı mı?
-Evet onu.
-O bizim Ahmet amca, bu gün biraz geç kalmış, hep 9
gibi gelirdi.
-Ne yapar buralarda.
-Bizden ve yukarda ki fabrikadan çıkan kartonları
toplar. Bizde onun için ayırıp gelince veririz. Tahmin ettiğiniz gibi satıp
para kazanmaya çalışır.
-Kimi kimsesi yok mu, bu adamcağızın
-Bir evladı var, oda hayırsız çıktı. Kim bilir
nerelerde. Ne arıyor ne soruyor, böyle evlat olacaksa hiç olmasın. Üç kuruş
yaşlılık parası alıyor, her gün topladığı kartonları satıyor, bir hanımı var
bir görsen melek sanki.
Musa, efendi kendisini kaptırmıştı, bu adama yeter
ki bir dinleyen bulsun, susmak bilmezdi, biraz daha dinlersem adamcağızın yedi
sülalesini anlatacağı kesindi.
-Tamam tamam yeter bu kadar sağ ol.
Telefonu kapatıp, kontrol edilecek evraklarımın
başına döndüm. Evet, yaşlı teyze haklıydı, avara kalmıştım. Üretim, arıza
formları arasında gelip giderken bir anda hayıflanmaya başladım.
Yirmi yıldır gelip gittiğin yerde bile, sürekli
kapının önüne gelen adamcağızı tanımıyorsun, hiçbir şey düşündüğün gibi değil
işte. Fabrikaya adım attıktan sonra, dış dünya ile bağımın bir pencereyle bağlı
olduğunun farkına daha yeni varmıştım ne yazık ki.
Bir dakika bir dakika; Musa efendi “Tahmin ettiğiniz
gibi demişti” değil mi, yanlış hatırlamıyorum.
Yok canım daha neler… Gayet normal bu cümleyi kurması. Kim görse o kartonların satılmak için toplandığını tahmin edebilir…
Yok canım daha neler… Gayet normal bu cümleyi kurması. Kim görse o kartonların satılmak için toplandığını tahmin edebilir…
***
İşten çıkmak için hazırlandım, yağmur dinmişti. Bu
gün, bu havada kimseyle buluşmak istemiyordu canım. Evimin yolunu tutmak en
iyisiydi. Allahtan kapıda, Musa efendi yoktu. Giderayak, bir ara bir derede bir
yolunu bulup, hikaye’nin geri kalanını anlatıp lafa tutacağı kesindi.
Rumelinden gelmişler yıllar önce. Şivesinden belli
olmazdı Rumelili olduğu, yıllardır İstanbul’da konuşması da değişmişti. Ancak ne
kadar değişse de bozuk Türkçesi hemen dikkat çekerdi. Ne Rumeli, ne de İstanbul
şivesine benzerdi. Sevmesem de kullanmak zorunda olduğum bir kelimedir
‘kosmopolit’. Türkçeye yerleşen fakat eğreti durur. Aynı bu şehrin binaları
gibi. Bende günün modasına uyayım bari. Kosmopolit bir şehir olan İstanbul’ da, İstanbul Türkçesi ile konuşmasını beklemem aptallıktan
başka bir şey değildi elbette.
İyi ki yağmur dinmişti, şemsiye taşımak zorunda
kalmayacağıma sevindim, nefret ederim şemsiye taşımaktan. Rüzgara karşı koyamayıp
ters dönenlerimi, elinizi tutmak istemeyen yaramaz çocuklar gibi kaçmaya
çalışanlarımı dersiniz. Kaçırmamak için,
sarılırsınız iki elinizle ya da ters dönenleri çevirmek için uğraşırsınız bir
zaman.
Beş on dakika bekledikten sonra gelen minibüse
işaret ettim. Zang diye tam önümde duran şoförün mesafe ayarlama
yeteneğine hayran kalmıştım. Kimileri sizden ya metrelerce aşağınızda yada
metrelerce yukarınızda durur. Binerken şöyle bir göz geçirdim, benimle birlikte
üç kişi vardı. Parayı uzatırken şoför koltuğunun yanında ki yazı gözüme ilişti.
‘ Çekemeyenler anten taksın’ Şoförlerin
duygularını dolandırmadan anlatmalarına, yalansız dolansız fakat kıvrak anlatımlarına
iyi bir örnekti.
-Çekemeyenler anten taksın, akşam faceden paylaşsam
mı? Herhalde tüm arkadaşlarım, kafayı yediğimi düşünürlerdi…
Minibüsten indikten sonra, metroya binmek için on
dakikalık yürüme yolum vardı.
Hızlı hızlı yürümeye başladım, sanki atlı
kovalıyordu. Bir anda kap kara gözleriyle hayalimde canlandı. Nereye
koştururlar diye yorum yapmıştım, şimdi ben koşturuyorum, ben nereye yetişeceksem
sanki.
Birileri de benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor
olabilir?
Hızlı adımlarla ilerken, iki kişinin gölgesi sanki benimle birlikte geliyordu.
Hızlı adımlarla ilerken, iki kişinin gölgesi sanki benimle birlikte geliyordu.
-Allah Allah benimi takip ediyorlar? Yok canım olamaz,
karanlıkta evham yaptım herhalde.
Tam köşeyi
dönerken tok bir ses,
-Bir saniye hanım efendi;
Duymamla, sese yönelmem bir oldu. Cevap vermek için
biraz yavaşladım.
-Bana mı dediniz; Demeye kalmadan, biri sağ yanımda
diğeri de sol yanımda, yağmur sonrası toprakta biranda biten mantarlar gibi
bitivermişlerdi.
-Evet, siz!
Tok sesli olan, esmer, uzun boylu, orta yaşın üzerin
de idi, diğeri ise zayıf, kumraldı. Esmer uzun boyludan gözünü ayırmıyordu. Yanlış
yapmaktan korkar bir hali vardı. Tok sesli olan kimliğini göstererek
-Biz emniyetteniz. Sizi tevkif ediyoruz.
Tevkif etmekte neydi, bu kelimenin anlamını bilecek
kadar yaşım ileri değildi ki.. Topu topu kırk yıl. İtiraf etmek gerekirse bu
sözün anlamını bilmeyecek kadar da genç değildim.
-Neden, tevkif ediyorsunuz? Kime ne yapmışım, suçumun
ne olduğunu söyler misiniz?
-Düzene karşı gelmekten, yeni devlet düzeni
kurmaktan,
-Anlamadım ne zaman devlet düzenine karşı gelmişim,
olamaz saçmalık bu. Bu güne kadar hiçbir suça karışmayan ben, devlet düzenini yıkmışım, siz her halde
başkasıyla karıştırdınız.
-Bizimle geliyorsunuz, uzatmayın. Devlet düzenini
yıkıp, yeni düzen kurmak tan, tevkif ediyoruz.
-Bak yine tevkif dedi…
-Zorluk çıkarmayın, sizin için iyi olur. Saçmalık
nasıl zorluk çıkarabilirim ki, iki yanımda iki izbandut. Çömez olan nazik bir
şekilde,
-Lütfen Özlem Hanım.
-Tamam memur bey geleyim de, benim düzeni yıkmam
mümkün değil ki bir başıma. Keşke öyle bir imkanım olsa.
-Bu söyledikleriniz suça meylinizi gösterir. Çömez
memurun sesinde ki ürkeklik ten cesaret alarak,
-Lütfen saçmalığa bir son verin.
Nasıl bir düzen getirmiştim acaba? Cumhuriyetin
yerine krallık kurmuşumdur belki. Belki
de saraylarda saltanat sürmüşümdür. Ne güzel olurdu diktatör olup herkesi,
karşımda susturmuş olsaydım.
-Kendine gel saçmalama, alıp götürürlerse görürsün
sefa sürmeyi, Allah düşürmesin bunların eline deyip, biryandan da nasıl düzeni
yıktım diye düşünmeye başladım. Bir anda
iş yerinde olanlar aklıma geldi. Adaletsizlik karşısında kurmaya
çalıştığım devlet düzenini hatırladım. Acaba sebep bumuydu.
-Yok canım olamaz, sende abarttın dedim kendi
kendime. Fakat şüphe kurdu bir kere dadanmıştı beynime, oyuyordu sanki.
Nazik davranışından cesaret aldığım çömez memura
dönerek,
-Siz, yarın korkusu olmayan, herkesin devlet
güvencesi altında, adalet ve huzurun olduğu sistemden mi bahsediyorsunuz?
Tok sesli olan çömezin cevabını beklemeden atıldı.
- Evet, ondan. Nasılda biliyorsun suçunu!
-Saçmalamayın lütfen, böyle bir şey olamaz. Fiili
bir eylem yok ortada. Ben sadece düşündüm, fiili eylem yoksa suçta yoktur öyle
değil mi? Sadece düşündüm!
-Biz de fiili eylemden bahsetmedik. Düşünceleriniz
de devlet düzenini yıkıp, yeni sistem kurdunuz.
-Ben sadece düşündüm, düşüncenin suç olduğunu bilmiyordum.
Bilseydim düşünmezdim, inanın.
- Hadi yeter bu kadar, gidiyoruz!
Ne söylersem söylesem fayda etmeyeceği kesindi.
Sessizce dediklerini yapmaktan başka çarem yoktu. Demek ki, düşünmekte suç
olmuştu. Tok sesli izbandut un kolumu kavramasıyla parmak uçlarım bembeyaz
olmuştu.
***
Gözlerimi açıp kendime geldiğim de sol kolumu tutuyor,
pür dikkat parmak uçlarıma boş boş bakıyordum. Zangır zangır çalan telefonun
sesini bile duymuyordum. Bu şekilde ne kadar kaldığımı bile hatırlamıyorum, tek
hatırladığım bu günün pazartesi olduğuydu.
Türkan Kebeci