16 Eylül 2013 Pazartesi

PAZARTESİ


Pazartesi, haftanın ilk iş günü.  Yirmi yıldır hiç pazartesi sendromunu yaşamadım.  Sorsanız, nasıl olduğunu  dahi bilmem. Sadece sürekli hayıflanan insanlar…
-Off  yarın işmi var;
 -Bu gün elim işe gitmiyor;
 -Sabahın bu saatinde bu olur mu, daha afyonum patlamadı;
Bu sözler en sık duyduklarımdı. Bana çok uzaktı. İşimi severek yaptığım için, en zor zamanlarda bile isteyerek gelirdim. Cumartesileri çalışmak hiç sorun olmadı. Zor koşullara çözüm bulmak, dengeleri kurmak zor değildi. Bana göre her şeyin çözümü vardı. Aslında, ileriye dönük hazırlıklardı bunlar. İnsanları yönetme sanatını iyi öğrenmeliydim.
Yağmurlu bir İstanbul sabahında işe geleli iki saat kadar ya olmuş, ya olmamıştı. Yaptığım üretim programını değiştirmek zorunda kalmıştım. Bu, bütün her şeyi, sil baştan yeniden yapmam demekti. Aslında değiştirmeye gerek yoktu fakat bunu anlatamıyordum. İnsanın yapmak istedikleri şeyleri yapamayıp, bulunduğu koşullara rıza göstermesi kadar zor bir durum yoktur. Kendi kendime söylenmeye başlamıştım.
-Değiştirmeden yapılabilecek bu işi, sırf aksilik olursa diye değiştirmek, olacak şey değil. O zaman gelip yapın bu işi, neden bu kadar çok isterken olmuyordu istediklerim.
Herkes bana bulunduğum ortamın iyi olduğunu söylese de bana yetmiyordu. İnsanları yönetme sanatını öğrendiğim için, kitleleri de yönetebilirdim. Bu düşünceler beynimi kemirdikçe, içimdeki hırsda büyüyordu. 
Camdan hem yağmuru seyretmek, hem de  hırsımı bastırmak için perdeyi aralayıp, boş gözlerle sokağı seyretmeye başladım. Yağmur suyu caddeyi temizlemiş, Cuma günkü tozlu halinden eser bırakmamıştı.  Yağmurdan renkleri matlaşmış, ki mi yerleri ıslak, ki mi yerleri kuru kalmış işyerlerin cepheleri,  bir deri bir kemik hortlaklar gibi üstüme geliyorlardı. İnsanlar ise, yağmurdan ve soğuktan korunmak için kimi şemsiyesine, kimisi de palto ve atkılarına sımsıkı sarılmış, karıncalar gibi hızlı hızlı koşturuyorlardı.
-Nereye yetişecekler ki, ne bu telaş herkeste,  diye düşünürken.
Camın önünden geçen yetmiş yaşlarında ki kadıncağız, o kap kara gözleri ve yüzünde ki bir hışımla bana bakmaya başladı.
-Şimdi sıcak ve kapalı yerdesin ve camın arkasından bu şekilde konuşuyorsun.
- Hayır konuşmuyorum,
- Yakışmıyor sana,
- Ben yakışmayacak ne yaptım teyzeciğim,
-Birde soruyorsun nereye yetişeceğimizi, herkesin işi gücü var. Kalmışsın avara.
- Teyzeciğim gerçekten konuşmadım, sadece düşünüyordum.
Desem de ne çare. Kadıncağız başını iki tarafa salladı,  bir taraftan da homurdanarak yoluna devam etti. Çarpılmış gibiydim aniden perdeyi kapattım. Masanın etrafında bir iki tur attıktan sonra tekrar pencerenin önüne geldim. Korkarak perdeyi tutup, yavaş yavaş aralamaya başladım.  O kapkara gözlerle tekrar karşılaşmak istemiyordum.  Boş sokağı görünce;
-oh gitmiş,  dedim. 
Bu sefer de sokağın karşısında, hafif aksayan, temiz giyimli, pamuk saçlı bir amcaya takıldım. Buralarda ilk defa gördüğüme emindim. Artık yirmi yıldır bu semte gelip gittiğim için çoğu yüzler aşinaydı. Sağ eli ile sırtında ki çuvalı sıkı sıkı tutuyordu. Diğer elinde ki çuvalın hafifliği, rüzgarın etkisi ile bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp, aksayan bacağına çarpışından anlaşılıyordu.  O ise buna hiç aldırış etmeden, yüzünde ki sevinç ve mutlulukla, hızlı hızlı yoluna devam ediyordu.  Neydi onu bu soğuk ve yağmurun altında bu kadar mutlu eden?
Çuvalın etrafından sarkan kartonların temizliğine bakılırsa bu işi yapanlardan değildi. Bu işi yapmış olsaydı kartonlar parça, parça ve kirli olurdu diye düşündüm.  Burası fabrikaların, toptancıların olduğu bir semt olduğuna göre, bu amcaya da bu kartonları firmalardan biri vermiş olmalıydı. Bunun için miydi yüzündeki mutluluk.
-Belki de evde yakacağı yoktur, torunları vardır üşüyen.  Kapıyı açıp içeri girdiğinde kim bilir ne kadar sevinecekler.
-Belki de bunları satıp, sıcak bir ekmek alacaktır.
-Kendine bak birde, yapmak istediklerin olmadığı için hırslanıyorsun. İnsanlar bir parça ekmek için ne mücadeleler veriyorlar.
 Kendi kendime bunları düşünürken bir anda hayatın ne kadar adaletsiz oluğunu farkettim. Aslında hayat değil bizlerdik adaletsiz olan. Kendi çıkar ve menfaatlerimizi düşünmekten, “ben” duygusu ile yaşamaktan çevremizi göremez olmuştuk. İnsana değer vermeyen, maddeye dayalı sistem içinde sadece bir piyonuz.  Şahı korumakla görevliyiz.
Hemen bir devlet düzeni kurdum, ülkede yaşayan ihtiyaç sahiplerinin ayaklarına giderek, eksikliklerini gideren,  yaşlılar, kimsesizler, sokakta kalanlar için yerleşim yerleri olan, tinerci çocukların olmadığı, insanların gülümsediği, yarın kaygısı yaşamayan, herkesin devlet güvencesi altında olduğu, adalet ve huzurun olduğu bir ülkeyi kurmak hiçte zor değildi. Ben bu sistemi kurarken telefon sesi ile kendime geldim.
-Efendim dedim.

Karşıda ki ses;
-Hayırdır Özlem Hanım bir problem mi var? Demez mi!
Arayan kapıda ki güvenlikti.
-Anlamadım, ne problemi? Bir yandan da amcayı takip ediyordum.
-Nerdeyse on dakikadır camdan bakıyorsunuz, yapabileceğim bir şey var mı?
-Hayır, teşekkür ederim,  dur bir dakika Musa efendi, sokağın karşısın da, börekçinin önünde ki yaşlı adamı daha önce gördün mü?
-Elinde çuvalları olanı mı?
-Evet onu.
-O bizim Ahmet amca, bu gün biraz geç kalmış, hep 9 gibi gelirdi.
-Ne yapar buralarda.
-Bizden ve yukarda ki fabrikadan çıkan kartonları toplar. Bizde onun için ayırıp gelince veririz. Tahmin ettiğiniz gibi satıp para kazanmaya çalışır.
-Kimi kimsesi yok mu, bu adamcağızın
-Bir evladı var, oda hayırsız çıktı. Kim bilir nerelerde. Ne arıyor ne soruyor, böyle evlat olacaksa hiç olmasın. Üç kuruş yaşlılık parası alıyor, her gün topladığı kartonları satıyor, bir hanımı var bir görsen melek sanki.
Musa, efendi kendisini kaptırmıştı, bu adama yeter ki bir dinleyen bulsun, susmak bilmezdi, biraz daha dinlersem adamcağızın yedi sülalesini anlatacağı kesindi.
-Tamam tamam yeter bu kadar sağ ol.
Telefonu kapatıp, kontrol edilecek evraklarımın başına döndüm. Evet, yaşlı teyze haklıydı, avara kalmıştım. Üretim, arıza formları arasında gelip giderken bir anda hayıflanmaya başladım.
Yirmi yıldır gelip gittiğin yerde bile, sürekli kapının önüne gelen adamcağızı tanımıyorsun, hiçbir şey düşündüğün gibi değil işte. Fabrikaya adım attıktan sonra, dış dünya ile bağımın bir pencereyle bağlı olduğunun farkına daha yeni varmıştım ne yazık ki.
Bir dakika bir dakika; Musa efendi “Tahmin ettiğiniz gibi demişti” değil mi, yanlış hatırlamıyorum.
Yok canım daha neler… Gayet normal bu cümleyi kurması. Kim görse o kartonların satılmak için toplandığını tahmin edebilir…

***

İşten çıkmak için hazırlandım, yağmur dinmişti. Bu gün, bu havada kimseyle buluşmak istemiyordu canım. Evimin yolunu tutmak en iyisiydi. Allahtan kapıda, Musa efendi yoktu. Giderayak, bir ara bir derede bir yolunu bulup, hikaye’nin geri kalanını anlatıp lafa tutacağı kesindi.
Rumelinden gelmişler yıllar önce. Şivesinden belli olmazdı Rumelili olduğu, yıllardır İstanbul’da konuşması da değişmişti. Ancak ne kadar değişse de bozuk Türkçesi hemen dikkat çekerdi. Ne Rumeli, ne de İstanbul şivesine benzerdi. Sevmesem de kullanmak zorunda olduğum bir kelimedir ‘kosmopolit’. Türkçeye yerleşen fakat eğreti durur. Aynı bu şehrin binaları gibi. Bende günün modasına uyayım bari. Kosmopolit  bir şehir olan İstanbul’ da, İstanbul  Türkçesi ile konuşmasını beklemem aptallıktan başka bir şey değildi elbette.
İyi ki yağmur dinmişti, şemsiye taşımak zorunda kalmayacağıma sevindim, nefret ederim şemsiye taşımaktan. Rüzgara karşı koyamayıp ters dönenlerimi, elinizi tutmak istemeyen yaramaz çocuklar gibi kaçmaya çalışanlarımı dersiniz.  Kaçırmamak için, sarılırsınız iki elinizle ya da ters dönenleri çevirmek için uğraşırsınız bir zaman.
Beş on dakika bekledikten sonra gelen minibüse işaret ettim.  Zang diye  tam önümde duran şoförün mesafe ayarlama yeteneğine hayran kalmıştım. Kimileri sizden ya metrelerce aşağınızda yada metrelerce yukarınızda durur. Binerken şöyle bir göz geçirdim, benimle birlikte üç kişi vardı. Parayı uzatırken şoför koltuğunun yanında ki yazı gözüme ilişti. ‘ Çekemeyenler anten taksın’  Şoförlerin duygularını dolandırmadan anlatmalarına, yalansız dolansız fakat kıvrak anlatımlarına iyi bir örnekti.
-Çekemeyenler anten taksın, akşam faceden paylaşsam mı? Herhalde tüm arkadaşlarım, kafayı yediğimi düşünürlerdi…
Minibüsten indikten sonra, metroya binmek için on dakikalık yürüme yolum vardı.
Hızlı hızlı yürümeye başladım, sanki atlı kovalıyordu. Bir anda kap kara gözleriyle hayalimde canlandı. Nereye koştururlar diye yorum yapmıştım, şimdi ben koşturuyorum, ben nereye yetişeceksem sanki.
Birileri de benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olabilir?

Hızlı adımlarla ilerken, iki kişinin gölgesi sanki benimle birlikte geliyordu.
-Allah Allah benimi takip ediyorlar? Yok canım olamaz, karanlıkta evham yaptım herhalde.
 Tam köşeyi dönerken tok bir ses,
-Bir saniye hanım efendi;
Duymamla, sese yönelmem bir oldu. Cevap vermek için biraz yavaşladım.
-Bana mı dediniz; Demeye kalmadan, biri sağ yanımda diğeri de sol yanımda, yağmur sonrası toprakta biranda biten mantarlar gibi bitivermişlerdi.
-Evet, siz!
Tok sesli olan, esmer, uzun boylu, orta yaşın üzerin de idi, diğeri ise zayıf, kumraldı. Esmer uzun boyludan gözünü ayırmıyordu. Yanlış yapmaktan korkar bir hali vardı. Tok sesli olan kimliğini göstererek
-Biz emniyetteniz. Sizi tevkif ediyoruz.
Tevkif etmekte neydi, bu kelimenin anlamını bilecek kadar yaşım ileri değildi ki.. Topu topu kırk yıl. İtiraf etmek gerekirse bu sözün anlamını bilmeyecek kadar da genç değildim.
-Neden, tevkif ediyorsunuz? Kime ne yapmışım, suçumun ne olduğunu söyler misiniz?
-Düzene karşı gelmekten, yeni devlet düzeni kurmaktan,
-Anlamadım ne zaman devlet düzenine karşı gelmişim, olamaz saçmalık bu. Bu güne kadar hiçbir suça karışmayan ben,  devlet düzenini yıkmışım, siz her halde başkasıyla karıştırdınız.
-Bizimle geliyorsunuz, uzatmayın. Devlet düzenini yıkıp, yeni düzen kurmak tan, tevkif ediyoruz.   
-Bak yine tevkif dedi…
-Zorluk çıkarmayın, sizin için iyi olur. Saçmalık nasıl zorluk çıkarabilirim ki, iki yanımda iki izbandut. Çömez olan nazik bir şekilde,
-Lütfen Özlem Hanım.
-Tamam memur bey geleyim de, benim düzeni yıkmam mümkün değil ki bir başıma. Keşke öyle bir imkanım olsa.
-Bu söyledikleriniz suça meylinizi gösterir. Çömez memurun sesinde ki ürkeklik ten cesaret alarak,
-Lütfen saçmalığa bir son verin.
Nasıl bir düzen getirmiştim acaba? Cumhuriyetin yerine krallık kurmuşumdur belki.  Belki de saraylarda saltanat sürmüşümdür. Ne güzel olurdu diktatör olup herkesi, karşımda susturmuş olsaydım.
-Kendine gel saçmalama, alıp götürürlerse görürsün sefa sürmeyi, Allah düşürmesin bunların eline deyip, biryandan da nasıl düzeni yıktım diye düşünmeye başladım. Bir anda  iş yerinde olanlar aklıma geldi. Adaletsizlik karşısında kurmaya çalıştığım devlet düzenini hatırladım. Acaba sebep bumuydu.
-Yok canım olamaz, sende abarttın dedim kendi kendime. Fakat şüphe kurdu bir kere dadanmıştı beynime, oyuyordu sanki.
Nazik davranışından cesaret aldığım çömez memura dönerek,
-Siz, yarın korkusu olmayan, herkesin devlet güvencesi altında, adalet ve huzurun olduğu sistemden mi bahsediyorsunuz?
Tok sesli olan çömezin cevabını beklemeden atıldı.
- Evet, ondan. Nasılda biliyorsun suçunu!  
-Saçmalamayın lütfen, böyle bir şey olamaz. Fiili bir eylem yok ortada. Ben sadece düşündüm, fiili eylem yoksa suçta yoktur öyle değil mi?  Sadece düşündüm!
-Biz de fiili eylemden bahsetmedik. Düşünceleriniz de devlet düzenini yıkıp, yeni sistem kurdunuz.
-Ben sadece düşündüm, düşüncenin suç olduğunu bilmiyordum. Bilseydim düşünmezdim, inanın.
- Hadi yeter bu kadar, gidiyoruz!
Ne söylersem söylesem fayda etmeyeceği kesindi. Sessizce dediklerini yapmaktan başka çarem yoktu. Demek ki, düşünmekte suç olmuştu. Tok sesli izbandut un kolumu kavramasıyla parmak uçlarım bembeyaz olmuştu.


***

Gözlerimi açıp kendime geldiğim de sol kolumu tutuyor, pür dikkat parmak uçlarıma boş boş bakıyordum. Zangır zangır çalan telefonun sesini bile duymuyordum. Bu şekilde ne kadar kaldığımı bile hatırlamıyorum, tek hatırladığım bu günün pazartesi olduğuydu.


Türkan Kebeci

12 Eylül 2013 Perşembe

Gündeme Dipnot


              Suriye ye müdahale konusunda yaşadığımız olayları yazılı ve görsel basından takip etmeye çalıştık. Hepimiz anladığımız boyutta değişik yorumlar yaptık. Fakat halkın ortak noktası savaşa hayır oldu. Bu güne kadar savaş çağrısı yapan, bunun için Dünya diplomasinde öne çıkmaya ve yeni Osmanlı imajını uyandırmaya çalışan dış politikamızın hüsranla sonuçlandı.

Bir haftada olan gelişmeler:
İngiltere, Fransa ve Amerika müdahaleye hızlı bir giriş yaptılar kurulan üçlü koalisyon ile her an Suriye vurulabilirdi. Rusya’nın çıkışları sonucunda Amerika haricinde iki ülke parlamentoya sorma kararını aldı. Türkiye ise meclise sorma gereği duymadı, her türlü koalisyonda yer alacağını ilan etti.  Amerika ise zaman kazanmak için parlamentoya sorma kararı aldı. BM temsilcileri incelemelerini tamamladı.  Bu esnada Rusya savaş ve istihbarat gemilerini Karadeniz’e gönderdi.  Akdeniz’de sular ısındı.  Aşamalı müdahale kararını alan Amerika’ya ilk yanıt bizim hükümetten geldi; hava saldırısı yeterli olmaz. İkinci yanıt Rusya’dan, Suriye’nin yanındayız mesajı. G-20 zirvesinde Obama Başbakan Erdoğan’ı saf dışı bıraktı. G-20 nin sonunda sorun diplomasi ile çözülecek. Peki neden Suriye bu kadar önemli. Yeni Dünya düzeni kurma senaryoları için Suriye kilit nokta.  
*Ekonomistler, Çini geleceğin gücü olarak görmekteler. Çin bu ilerlemesini devam ettirebilmesi için enerji kaynaklarına yani petrole ve Türk cumhuriyetlerinde ki kaynaklara ihtiyacı var.  Ayrıca, bu bölge onun için çok iyi bir pazar.
*Gelelim Rusya’ya;  Rusya da ekonomisini güçlendirmekte, Putin in son yıllardaki tutarlı politikaları sayesinde, Rusya eski günlerine dönüyor. Türkiye cumhuriyetleri, Rusya’dan ayrılmış olsalar da, ondan habersiz hareket etmemekteler. Rusya, bu bölge deki enerji kaynaklarını, bana göre,  hala rahatlıkla kullanabilir. Ortadoğu ya bu kadar yakın olması, onun için büyük bir avantaj. Petrol kaynaklarına sahip olmak demek gücünü arttırmak demektir.
O zaman mesele buralara kimler hakim olacak.
*Amerika’nın bu bölgeye yerleşmesi demek, Rusya ve Çin enerji kaynaklarını, istedikleri gibi kullanamamaları ve bağımlı olmaları demek ve Amerika ile komşu olacaklar.
*Bütün mesele,  Coğrafya ya hakim olmaktır. Güçlü olan, gücünü devam ettirecek, ya da  yeni güçler gelecektir. Aslın da, Amerika, Rusya, Çin pastadan büyük payı alma yarışındalar. Bu,  ya anlaşarak coğrafyayı paylaşacaklar ya da, taraflardan biri hakim olacak. Rusya ve Çin birlikte hakim olursa, bu sefer,  bu iki gücün mücadelesi boyunca coğrafya, yeni emperyalist güçlerle mücadele edecek yani, bu emperyalist güçlerin, yeni demokrasileri ile yaşayacak demektir.
Kısacası iki karşı güç oluşuyor dikkat edilirse  paylaşımlar gündemde. Tarihte her paylaşım dünya savaşlarını doğurdu.

Sonuç: Üçüncü dünya savaşının senaryosu için prova çalışmaları yapılıyor…