14 Kasım 2013 Perşembe

İSTANBUL'DAN BİR ORHAN VELİ GELDİ GEÇTİ


       14 Kasım, Edebiyatımız da  şiirin kalıplarını yıkarak ve Arapça, Farsça gibi yabancı kelimelerden arındırarak, hayata dair her şeyin şiirin konusu olabileceğini şiirleri ile gösteren  ‘Bir Orhan Veli’nin’ aramızdan ayrılışının yıl dönümüdür.  Ölüm eğer anılmamak ise, halka mal olmuş yazarlar için ölüm söz konusu olamaz.
İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen Orhan Veli 13 Nisan 1914 yılında Beykoz’da doğmuştur. Ne kadar İstanbul aşığı olsa da 1925 yılında babasının Cumhurbaşkanlığı  Bando Şefliğine tayin edilmesi sebebi ile 1925 yılında Ankara’ya gitti. Ankara Erkek Lisesini bitirdikten sonra 1933 yılında İstanbul Üniversitesi,  Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünü okumak üzere aşık olduğu İstanbul’a 1933 yılında geri döndü. İlkokul yıllarından beri yazmaya düşkünlüğü devam ediyordu. Üniversitede yazmaya devam etti, 1936 yılında eğitimini bırakarak Ankara’ya geri döndü ve memuriyet hayatına başladı.

1936- 1942 yılları arasında dönemin popüler dergilerinden Ses, Gençlik, Küllük, İnkılapçı Gençlik, Demet gibi dergilerde manzum ve düz yazıları ile yer aldı. 1941 yılında Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile çıkardıkları Garip şiir kitabı ile Garipçilik akımını başlattılar.
Bu akımla şiirde biçimsel kuralları yok sayarak, şiiri yabancı dillerden arındırarak, kendi diline yani milletin kullandığı üslubu edinerek gündelik olaylarında şiirin konusu olabileceğini gösterdiler. Ankara’da çıkardığı 

Yaprak dergisinin yayın hayatı 15 Haziran 1950 yılında sona erince, İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Aynı yıl Nazım Hikmetin yazılarından dolayı mahkum edilmesini protesto etmek için Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat ile düşünce özgürlüğüne imkan verilmediğini öne sürerek  üç gün açlık grevi yaptılar. 
 10 Kasım 1950 yılında bir haftalığına Ankara’ya geldiğinde, onarım için kazılmış fakat üzeri kapatılmayan çukura düşerek ayağını incitti.  Bu olaydan sonra İstanbul’a döndü.
36 yıllık hayatı 14 Kasım 1950 tarihinde bir arkadaşını ziyareti sırasında fenalaşarak kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesinde beyin kanaması ile aramızdan ayrılır.
Nurullah Ataç’ın bu açıklaması ve iki şiiri ile saygıyla ve rahmetle anmış olalım..
 "Yahya Kemal eski şiir dilini yıktı, o dilin şiir için bir zincir olduğunu gösterdi; Nazım Hikmet vezni yıktı, vezinsiz de şiir olabileceğini, vezinsiz de ahenge erilebileceğini, veznin şiir için, ahenk için geçilmez bir unsur değil, tam tersine hız kesen bir zincir olduğunu gösterdi. Orhan Veli çok daha ileri adım attı: şiirin kendine öz bir dili, bir vezni olmadığı gibi, kendine özgü konuları da olmayacağını gösterdi, ahengin, musikinin de şiirden 
kaldırılabileceğini anlattı.'' (Nurullah Ataç, 1950)





İstanbul Türküsü

İstanbul'da Boğaziçi'ndeyim,  
Bir fakir Orhan Veli'yim;  
Veli'nin oğluyum,  
Tarifsiz kederler içinde.  

Urumelihisarı'na oturmuşum;  
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;  

"İstanbulun mermer taşları;  
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;  
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;  
                              Edalı'm,  
                              Senin yüzünden bu halim."  

"İstanbulun orta yeri sinama;  
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;  
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?  
                              Sevdalı'm,  
                              Boynuna vebalim!"  

İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim;  
Bir fakir Orhan Veli;  
Veli'nin oğlu;  
Tarifsiz kederler içindeyim.

Kuyruklu Şiir

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;  
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;  
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;  
Benimki aslan ağzında;  
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.  

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;  
Kolay değil hani,  
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder