31 Mart 2014 Pazartesi

KAR BEYAZ



Koltuğu hafifçe çekerek pencereye yaklaştırdı. Perdeyi pencerenin sağ tarafına topladı. Kitabını okumak için hazırlık yapıyordu. Genelde hazırlık yapmazdı, yeter ki okuyacak zamanı olsun. Otobüs, metro, yatarken,  bazen televizyon karşısında bile okuduğu olurdu. Bu gün okumak için hazırlıkta nereden çıkmıştı. Sanki okuma ritüeli düzenliyordu. Kendiside yaptığına bir anlam veremiyordu. Onu tanımayan biri görse kesinlikle her okuma öncesinde sürekli bu hazırlıkları yaptığını düşünürdü. Hareketlerinde bir dinginlik vardı. Koltuğa oturdu, kitabını yanında ki sehpa ya bıraktı.  Dalgın gözlerle gökyüzüne baktı. 
"Bu bulutlar bir dağılsa da, şu gökyüzünün mavisini ve güneşin ışınlarını görsek de içimiz açılsa, ne açık ne kapalı insanın içine kasvet doluyor."
Bir süre boş gözlerle gökyüzünü seyretti, gökyüzünden gözlerini alamıyordu, gayri ihtiyari elini sehpaya uzatıp kitabını alıp dizlerinin üzerine koydu. Bu anlamsız halinin farkındaydı. Boşlukta uçan bulutlar gibiydi, onlar da gözlerinin önünden ona el sallayarak geçiyorlardı. Kendisini resmi törenlerde tören alayını selamlayan kumandan gibi hissediyordu. Ne kadarda yakın geçiyorlardı, elini uzatsa tutabilecek gibiydi. Bir anda içinde bir ürperti hissetti,  dizlerinin üzerindeki kitaba elini uzatıp kitap ayracı yardımıyla kaldığı sayfayı açtı. Kitap sayfalarını kıvırmaktan nefret ettiği için sürekli ayraç kullanırdı. Sayfaya bir göz attı, kaldığı yeri hatırlamaya çalıştı. Birkaç sayfa okudu okumadı ayracı kaldığı yere koyup kitabı kapattı. "Saatte beş, bir saat okuyabilsem ne iyi olur." dedi.   Bir türlü kendisini kitaba veremedi. Dikkatini dağılmasının odada ki basık havadan kaynaklandığını düşündü. Kitap elinde ayağa kalktı
"Pencereyi biraz açayım temiz hava belki daha iyi gelir."
Tekrar koltuğa kuruldu, temiz havada kâr etmemişti, içinden kitabı okumak gelmiyordu. Kendini zorlayarak kaldığı sayfanın son paragrafını okudu ve diğer sayfaya geçerken, bir anda beyaz bulutların arasından süzülen kuşlara takılmıştı gözleri.  Bu gün, ne olduğunu bilmediği, çözemediği bir şeyler vardı. Bir yanı patlamaya hazır bomba gibiydi,  bir yanı ise suskun. Kaçıp uzaklara gitmek istiyordu, bilmediği yerlere gitmeliydi.  
Korumak amacı ile yaratılan göğüs kafesi küçülüp onu sıkmaya mı başladı ya da korunmaya muhtaç olan yüreği bir anda büyüdü de omu fark edemedi?  Bildiği tek bir şey vardı, artık birbirlerine dar geliyorlardı. Kafesten kurtulmak için çırpınan, özgürlüğe hasret bir kuş gibi çırpınıyordu göğüs kafesinin içinde.  Kanat çırpışları hızlandıkça göğsündeki acı artıyordu, bir ara elini göğsünün üstüne koyarak kanat çırpışlarını bastırmak istediyse de nafile, avucunun içinde hissediyordu her çırpınışı. Elini çekişiyle kafesin kemikten parmakları aralanıvermişti biranda. Kanatlarını peş peşe çırpmaya başladı. Kemik parmaklar kapanmadan çıkmalıydı.
"Tam çıkarken kapanıp kanatlarım sıkışırsa ne yaparım, acele et belki bu son şansın."
Kar gibi beyaz kanatları ile koltuğun üzerinde bir tur atıp bulutlu gökyüzüne süzülüverdi. Kanatları gövdesi her yeri bembeyazdı.  Sadece sağ kanadının altında belli belirsiz grimsi bir leke vardı.  Kanatlarını süzerek pencereye yaklaşıp alçaldı.  Pencerenin hizasına gelmişti, içeriye doğru baktı. Gözlerinde hem sevinç hem de hüzün vardı. Yeni yerler tanımanın sevinci, yıllardır yaşadığı yeri bırakmanın hüznü.. İki farklı duyguyla gagasını pencereye hafifçe dokundurdu, tekrar kanatlarını çırparak yükseldi ve bulutların arasında kayboldu.  Bulutların üstünde süzülüyordu,
"Sonsuz gökyüzünde uçmak ne güzelmiş istediğim yere gidebilirim. Daracık yerde uçmak için çırpınmayacağım." diyerek nereye gideceğini bilmeden kanat çırpıyor hem de kendi kendine konuşuyordu. Aşağıda kapalı havanın aksine yukarda güneş ışınların aydınlattığı bir hava vardı. Güneş ışınları ne kadar uğraşsa da bulutları aşıp yeryüzüne süzülemiyordu.  Işınlar bulutların üzerinden geri yansıyarak sonsuzluğu akıp gidiyordu.  Biraz aşağıdan sesler geliyordu, birisi belli belirsiz konuşuyordu sanki. Yavaşlayarak sesin geldiği yöne kulak verdi.  Alçaktan uçan kuş sürüsünü gördü. Sürünün önünde ki,
"Hadi acele edin yoksa fırtınaya yakalanacağız, az yolumuz kaldı." diyordu.  Bu kuş daha yaşlı görünüyordu, hatta tüylerinin siyah beyaz karışık renkleri diğerlerine göre daha soluktu ve sürekli bir şeyler söyleyerek sürüyü yönlendiriyordu.
"Ne fırtınası, güneşli ne güzel bir hava var. Acaba ben mi yanlış duydum. Alçalırsam daha iyi duyarım,  hem de dost oluruz."  diyerek sürünün yakınına geldi. Sürüdekiler kendilerine yaklaşan Karbeyaz'ına tuhaf tuhaf bakmaya başladılar.
İçlerinden biri "Bu da kim, bu kadar beyaz bir kuş görmedim nerden geldi acaba?" diye homurdanmaya başladı.  Yanlarına yaklaşıp,
"Merhaba nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.  Kimse ona cevap vermedi.
"Ben de sizinle gelebilir miyim, konuşmanızı duydum, fırtına çıkacak diye acele ediyorsunuz, baksanıza ne güzel bir hava var." Sürüdekiler ise karbeyazın kendileri ile alay ettiğini düşündüler, içlerinden biri,  bu duruma çok sinirlendi ve diğer taraftan sürüyü yararak yanına geldi.
- Hadi git işine sen dalgamı geçiyorsun.
- Hayır.
- O zaman git işine.
Siyah kanatlarını açarak kar beyaza doğru peşepeşe hızlıca kanatlarını çırptı. Geniş kanatların oluşturduğu hava ile Karbeyaz birkaç metre geriye savruldu.  Ne olduğunu anlamamıştı, kendini toparladığında sürünün sonu gelmişti. Kısık bir ses "Sen aldırma ona hep böyledir, daha önce seni buralarda hiç görmedim bence biran önce sizinkilere yetiş, yağmur gelecek." dedi.
- Hava çok güzel baksana. Böyle olduğuna aldırma bak bulutlar nasıl kabarıyor. Her kuş bunları bilir sen nasıl bilmiyorsun?
Karbeyaz tüm ömrünü daracık kemik kafesin içinde geçirmişti. Çok sevindiğinde kanatlarını hızlıca çırpar bir iki tur attıktan sonra sevinci geçerdi. Yağmurun nasıl yağdığını nereden bilecekti.
- İnan bilmiyorum,
-  Bir an önce kendine sığınacak yer bul. 
- Benim için sorun değil, fakat bunu kabul etmezler. Sen bizim gibi değilsin
- Hiç kimseyi bilmiyorum,  sadece uçmak istedim.
- Dur bekle beni,  bir sorayım.
Sürünün önündeki yaşlı kuşa ulaşmak için hızlandı, diğerleri ise ne olduğunu anlamadı, "Yavaş evlat nereye?" diye arkasından söyleniyorlardı. Nefes nefese yaşlı kuşun yanına geldi. Konuştuklarını bir bir anlattı. Yaşlı kuş başını geri çevirerek Karbeyaz’a baktı. Allah Allah daha önce böyle bir kuş görmedim, nereden gelmiş buraya. Buralara alışık değildir, bir an önce ait olduğu yere gitmesini söyle, bizim aramızda yapamaz, bizim gibi değil.
- Ama yazık gelsin bizimle,
- Hadi evlat fırtına gelmeden gidelim. Küçük kuş sürüyü yararak karbeyazın yanına geldi. 
- Kar beyaz ne oldu, ne dedi sizinle geliyor muyum?  
Karbeyaz’ın sessindeki çaresizlikten dolayı yaşlı kuşun dediklerini söylemek istemiyordu, üzüleceğini düşündü. "Tüyleri gibi içi de bembeyaz" dedi.  Kendi kendine.
- Keşke ayrılmasaydın buralara alışman zor olur, kolay değil.
- Haklısın da bak istediğin yere ne güzel gönlünce uçuyorsun,
- Öyle değil bu sürünün kuralları var ve herkes uymak zorunda, sıcak diyarlara gitmemiz gerekiyor, bana kalsa gitmem, sevmiyorum oradan oraya gitmeleri, aynı yerde yaşamayı ne çok isterdim..
Hava gittikçe kararmaya,  yağmur da hafif hafif atıştırmaya başlamıştı. Karbeyaz konuşurken havanın karardığını anlayamamıştı, yağmur başladı. Sürünün lideri seslendi "Biraz daha çabuk olun, çeneyi bırakın".
- Hızlanmalıyım yoksa bana kızar, istersen biraz daha birlikte uçalım.
Kar beyaz isteksiz bir şekilde kabul etti. Daha önce hiç yağmurda uçmamıştı, sadece serinliğini kanatlarında hissetmişti. Arkadaşına yetişmek için uğraşıyordu, fakat gittikçe kanat çırpması zorlaşıyordu.  Tüyleri yağmurdan ıslanmıştı. Arkadaşının kanatları kupkuruydu.
- Neden senin kanatların kuru, benim ıslak.
- Bilmiyorum.
Karbeyaz nereden bilecekti, kuşların kanatlarını gagaladıkça yağ bezlerinden yağların salgılanarak kanatlarını koruduğunu. Onun ömrü hep kuru yerde geçtiğinden tüylerindeki yağ bezeleri gelişmemişti. Arkadaşı ile aralarında ki mesafe açılmıştı, arkadaşının "Hoşça kal" diye bağırmasını zor zar duymuştu.  Kanatlarını çok yavaş çırpabiliyordu. "Ne yapsam şimdi? En iyisi sığınacak bir yer bulayım". Nafile çabalıyordu, kanatları yağmurdan ağırlaştıkça ağırlaşmıştı, kalkmıyordu artık. Hızla aşağıya doğru düşmeye başladı.
Karbeyaz ağacın dibindeki çalılıklara çarptı.  Yavaş yavaş nefes alabiliyordu, yaşadığı yeri düşündü tekrar geri dönmeyi çok istedi, nefes almaya çalıştı.
Pencerenin çarpma sesi ile gözlerini açtı, etrafına boş boş bakarak nerede olduğunu ve zamanı hatırlamaya çalıştı, boşlukta gibiydi, bir iki dakika etrafı seyretti. Nerede olduğunu ve yaptıklarını hatırlamaya başladı. Göğsünün üzerin deki elini fark etti, göğsünün çarpıntısını durdurmak için koyduğunu hatırladı.
"Neyse kanat çırpması geçmiş,  saatte kim bilir kaç olmuştur." diyerek,  başını duvara çevirip saate baktı oysa yelkovan da akrepte 5'i gösteriyordu. Hızına yetişemediğimiz zaman anca beş dakikalık yol alabilmişti.  Bir anda gök gürlemeye başladı, bulutların arasından çıkan şimşekler evin içini aydınlatıyordu, yağmurda bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı. Yağmuru seyretmek istedi, pencereye doğru geldi biraz daha açtı.  Yağmurun verdiği huzurla derin bir nefes alırken nefesi yarıda kaldı, hızlıca pencereyi kapattı.  Koltuğa oturmak için dönerken belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyordu.  Kitabın ilk sayfasına büyük harflerle bir şey yazıp gökyüzünü tekrar seyre daldı.

30 Mart 2014 Pazar

<div style="width: 130px !important;height: 130px !important;"><div style="display: block;"><a href="http://yazarkafe.hurriyet.com.tr" class="BoomadsButtonLink153" target="_blank"><img src="http://widget.boomads.com/images/bumerangWidget/bumerang-130130-green.gif" alt="Bumerang - Yazarkafe"/></a></div></div><script type="text/javascript"><!--
boomads_widget_client = "4f9eb1c742524a2a817af0bc25daaad7";
boomads_widget_id = "153";
boomads_widget_width = "0";
boomads_widget_height = "0";
boomads_widget_trackingparameter = "http://yazarkafe.hurriyet.com.tr/";//-->
</script><script type="text/javascript" src="http://widget.boomads.com/scripts/widget.js"></script>

23 Mart 2014 Pazar

GUGUKLU SAAT


  Saatlerdir,  gözü guguklu saatin kapağına takılmıştı.  Guguğun kapağı ne açık ne kapalı iki yıldır bu şekildeydi.   Başını dışarı çıkarmaya korkarcasına fakat olanları merak eden gözlerle etrafı kol açan eder gibiydi. Aslında haksız da değildi gizlenmekte.  Ah o gün bütün hayatları alt üst eden olay. Acı olaylar insan hafızasında uzun süre barınamaz, zaman tüneli içinde unutulur gider. Oysa,   o gün yaşananlar unutulacağı yerde hafızada ki tazeliğini koruyordu.  Daha dün gibiydi her şey. Hatırladıkça acısı burun direklerini sızlatıyor, istemeden gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Dile kolay iki yıldır yaşayan bir ölüydü.  Gelir umudu yaşama bağlayan tek şeydi.  O da çok iyi biliyordu, guguğun kapısı o zaman açılıp ötmeye başlayacaktı.  Yelkovan ile akrep doğruyu göstermese de olurdu.  Saatin eve gelişi ise tüm ailenin en mutlu anlardan biriydi.  O anı hatırlamak için hafızasını zorladı.  Hayal meyal hatırladıklarını bir birine eklemeye çalıştı.
                                                     ****
Üsküdar, 1978’in Mayısı, oğlum haricinde ben, eşim, kızım salondaki yemek masasının üzerinde ki beyaz kutunun başına geldik. Kızımın tüm ısrarlarına rağmen eşim içindekinin ne olduğunu söylemiyordu. Kızımın ağlayan, uzun saçlı bebek istediğini  o zaman öğrenmiştim. Oğlum ise sürekli okurdu.  Kardeşinin sesine dayanamayıp salona gelmişti. Heyecanla kutuyu açan kızım guguklu saati görünce,
-Guguklu saat mi? Sorusu oğlumu üzmüştü.
- Üzüldün galiba ufaklık, sen ne istiyordun.
-Ağlayan bebek istiyormuş, oğlum.
-Hadi sıkma canını saati kurup asalım.
İki kardeş yok orası yok burası diye diye sonunda salonun girişinde ki duvara karar verip astılar. Guguğun sesini mutfaktan duyduğum da , ellerimin köpüğünü kurulayarak salona koştum. Hep bir ağızdan saymaya bende katıldım ve üç den başladım. Saat yedi ve guguk  yedi defa ‘guguk guguk’ diye öttü. Bizde hep bir ağızdan sayarak doğruladık.  O günden beri hiç şaşırmadan sürekli çaldı. 
                                                          ****
 Artık sokaklarda yaşanan olaylar, benim gibi çocuğu olan tüm annelerin yüreklerimiz ağzımıza getiriyordu. Her akşam oğlum eve gelince  binlerce defa Allahıma şükrediyordum. Gençlerin düşündükleri dünyayı benim anlamam mümkün değildi. Birbirileri ile çatışmaları, birbirilerini öldürmeleri  sadece biz annelerin yüreğine kor düşürmekten başka bir şey değildi. Oğlumun daha güzel bir ülke kurma, sosyal paylaşım, devrimci düşünceler, bağımsız bir ülke söylemlerini evde bahsettiğinde onun sevinci, hararetini, hırsını, azmini gördüğümde hem gurur duyuyor hem de içimde ki endişe kat kat artıyordu.  İçimden ‘Allahım bu gençlere yazık olacak, sen oğlumu koru’ diye sessizce dua ederdim. Sonra  diğer gençlerin anneleri aklıma gelince bencilce ettiğim dua için çok defa kendimden utanırdım.
1980’nin Ağustos’un  sonlarıydı. Bir öğle vakti zil ardı ardına kesilmeden çalıyordu. Koşarak kapı deliğinden baktım, kimse görünmüyordu. Zil sesi kesilmiyordu. Otomatiğe basıp basmamakta tereddüt ettim. Parmağım otomatik üzerinde kısa bir süre duraksadım, kulakları parçalayan sesin kesilmesi için korkarak bastım. Artık kapı açmaya korkar olmuştuk. Gözüm delikte geleni beklemeye başladım. Son basamağa gelen kişinin oğlum olduğunu görünce hemen kapıyı açtım. Kan ter içindeydi.
-Oğlum ne oldu. 
Koşarak odasına gitti bende arkasından. Divanın altında ki iki koliyi çekmesine yardım ettim. Kolilerin içinde ki kitapları tek tek elden geçirdi. Bense başında ne olup biteni öğrenebilme telaşı  ile ‘oğlum ne oldu, oğlum ne oldu’ diye soruyordum. Başını kaldırdı
-Anne bu kitapları soba da yak.  Ahmet’in evine baskın yapmışlar. 
Ayrılan kitapları banyoya taşırken oğlumda kitaplıkta ki kitapları didik didik ediyordu.  Kitapları sobaya doldurmaya başladım. Elime aldığım  kitabın üzerinde ki uzun sakallı, bıyıklı şişman  adamın resmi dikkatimi çekti. Birinde ‘Mas Kapital mi, Das Kapital ’ gibi bir şeyler yazıyordu.  Ne olduğunu bilmediğim kitabın isimden daha çok resimde ki adamın hapishane kaçkınları gibi saç sakal bir birine karışmış hali hafızama kazınmıştı. Oğlumla birlikte birkaç kere doldurduğumuz banyo sobasında kitapları yakarak ortadan kaldırdık. Yaşadığımız bu olaydan on beş gün sonra, 12 Eylül sabahı uyandığımda sokakta bir gariplik olduğunun farkına vardım.  Bu saatlerde sokağın bu kadar sessiz olması çok garipti.  Hiçbir satıcıda geçmemişti. Hırkamı ve cüzdanım alıp bakkaldan ekmek almak için sokağa çıktım. Sokağın başında askerleri görünce olduğum yerde kala kaldım. Beni fark eden askerler den biri bana doğru yöneldi.
-Oğlum hayırdır ne oluyor.
-Teyze evine git, sokağa çıkma yasağı var. Sıkıyönetim ilan edildi.
Geri döndüm. Eve gelir gelmez radyoyu açtım ve haberlerde askerin açıklamalarından sonra eşimle oğlumu kaldırdım.  Kahvaltıda kızım haricinde hepimizde endişeli bekleyişin verdiği sessizlik hakimdi.  Bu sessizlik birkaç gün sonra kopacak fırtınaya gebeydi.  Oğlumun evden çıkmasına izin vermedik. O ise arkadaşlarından haber almadıkça deli oluyordu.  Askerlerin evimize baskın yaptığı,  o güne kadar endişeli bekleyişimiz devam etti.  Sabahın altısında kapıyı yumruklayan ve bir yandan da zil sesi ile uyandık. Kim o demeye kalmadan kapıda gür ve sert bir sesle ‘Açın kapıyı’. Eşim kapıyı aralaması ile rütbeli askerin yanında ki dört beş er tüm eve dağıldılar. Her yeri alt üst ettiler, oğlumun odasında ki asker tüm kitapları, çalışma masasının çekmeceleri alt üst etti, dolapların arkalarını bile kontrol ettiler ve  saçı sakalı bir birine karışmış o meymenetsiz adamın resimli kitabı elinde çıka geldi. Hayretle kitaba bakakaldım. Ben bu meymenetsiz adamın kitabını yakmıştım. Nereden çıkmıştı.
-          Komutanım kitap ve bu yazılar.
-          Kimin bunlar ?
 Cevap vermemizi beklemeden tüfeğin dipçiği ile oğlumu duvara dayayıp ‘Ayaklarını aç’ sesi ile postalla bacağına vurarak açtılar. Ellerimi yüzümü kapatarak yapmayın o daha çocuk diyerek ağlıyordum. Hıçkırıktan sesim boğazıma düğümlenip kalıyordu. Bağırmak haykırmak istedikçe boğuluyorum ileri atılmaya kalktıkça eşim kollarımdan tutarak geri çekiyordu.  Kelepçe takıp dipçikle omzuna vurduklarında dengesini kaybeden oğlum guguklu saate çarpmasıyla taşlar bir birine çarptı.  Kapıdan çıkarken oğlumun gözündeki çaresizlikle göz göze geldik,  guguğun yarım sesi ile kendime geldim.  Oğlum diye haykırabildim.
Gitmediğimiz karakol kalmadı. Aldığımız tek cevap oğlun burada yok. Her olumsuz cevap aslında benim için bir umuttu. Demek ki bir yerlerdeydi ve bir gün gelecekti. Çıkan tüm gazetelerin sayfalarını tutuklanan, mahkemeye sevk edilenler ve asılan gençlerin arasında oğlumun ismini aradım. İsmini bulamadıkça içimde ki umut gün geçtikçe arttı. Eşim evi satıp başka yere taşınmak isteğini her söylediğinde kıyameti koparıyordum. Gelecekti oğlum.  Zoruma giden onun umudunu kesip öldüğünü kabul etme düşüncesi beni çileden çıkartıyordu. Bunun için huzursuzluk çıkarmak için fırsat kolluyordum.
 Bu şekilde geçen iki yıl.  O günden beri guguklu saati de çalıştıramadık. Eşim tamirciye de götürse de nafile,  çalıştırmayı bir köşeye bırakın kapağını ne açabildiler nede tamamen kapatabildiler. Oda benim gibi yarım aralık kapıdan bakmaya korkarak bekliyor
                                                                  ***
Kendime geldiğimde kapının zilinin aralıksız çaldığını far ettim. Kim bilir ne zamandan beri çalıyordu. Kızım bu şekilde çalmazdı, eşim ise eve geç gelmek için her yolu deniyordu,  gelmezdi bu saatte. Olsa olsa saat beştir diye geçirdim içimden. Kapıyı açtım, guguk ötüyordu.




20 Mart 2014 Perşembe

ÇELİŞKİ


-          Nuray merhaba, nasılsın?
-          İyiyim teşekkürler, sen nasılsın?
-          Bende iyiyim teşekkür ederim, nerede buluşuyoruz? Ben Acıbadem’ deyim .
-          Bağdat caddesinde buluşalım, oraya yakınım
-          Tamam, ikide Boğanın orada olurum, uyar mı?
-          Tamam ikide.
Hemen hazırlanmaya koyuldum. Bir yandan da taksiyle mi, dolmuşla mı gitsem diye düşünüyordum.  Ev ahalisine ‘ben çıkıyorum, akşama görüşürüz’ diye seslendim. Onlardan gelen‘ güle güle, kendine dikkat et’  cevabı duyunca kapıyı çekip çıktım. Nasıl olsa zamanım vardı, dolmuşla gitmeye karar verdim.  Araç doluydu, cam kenarında yolculuk ediyordum.  Lüks kafelerin, mağazaların ve alışveriş merkezlerin ve birçok trafik ışığının olduğu, cıvıl cıvıl insanlarla dolu cadde boyunca gidiyorduk. Trafik ışıklarında durduğumuzda, kafenin bahçesin de ki masalar,  giyimlerinden hali vakti yerinde olduğu anlaşılan insanlarla doluydu.  Sokağa yakın masada hararetli bir şekilde konuşan  üç kadın dikkatimi çekti. Öyle dalmışlarda ki konuşmaya..
 Önlerinde ki çöp konteynırından kağıt toplayan kadın da, bulduklarının sevinci ile bir bir konteynırdan alıp arabasını doldurmaya çalışıyordu.  Kaldırımın başında giyimi masadakilere göre iyi olmayan kadın ağır ağır masaya yanaştı. Elinin hareketi  ile bir şeyler anlatmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Masada ki kadınlar başlarını çevirip konuşmaya devam ettiler. İki kadın bir iki saniye göz göze geldi.  Başlarını öne eğip kaldıkları yerden yollarına devam ettiler, bende yeşil ile Bahariye caddesine..
Konuştuğumuz saatte gelmiştim. Bir kafeye girip gördüğüm görüntünün içinde yaşanan tezatlıkları düşünmeye dalmıştım. Telefonun sesi ile kendime geldim. Nuray arıyordu.
-Neredesin, geldin mi?
-Kafedeyim geldim, on dakika oldu.
-Bende seni bekliyorum, hangi kafedesin.
-Bankanın karşısında ki kafe.
-Eee bende bankanın karşısında ki kafedeyim. Starbucks
-Hangi Starbucks, Nuray
- Bağdat caddesindeyim!!!
-Geliyorum bekle.
Konuşup, buluşmak için anlaştık ama birde konuşmasak nasıl anlaşacaktık bilmiyorum.  Hemen taksiye atlayıp ‘Bağdat caddesine, lütfen’ dedim.  Bu yanlış anlaşılma kesin benden kaynaklanıyordu, eminim. Beynim kabul etmek istemiyorsa kesinlikle bir oyun oynardı bana. Zaten Bağdat caddesini de sevemedim, insanlar aynı kalıptan çıkmış gibi. Şehrin farklı yüzü. Ellerinde köpekler lüks mağazaların vitrinlerini dolaşan insanlarla dolu. Köpek malzemeleri satan vitrinde bir kıyafet dikkatimi çekti. Çok şirin pitikare kumaştan bir köpek pantolonu. Etiketteki fiyatı görünce ‘ pes artık daha neler, kim alır bunu’ dedim demesine de. Biraz yukarıdan gelen iki köpeğin üzerinde aynısı var. Uzun zamandır görmediğim güzel arkadaşımı görmek büyük bir keyif ve mutluluk verse de, gün boyu ruhumu sıkan bir şeyler vardı.  Akşam taksiye binip  sahile gelince içime huzur dolmaya başladı. Vapura bindim. İşten çıkan insanların vapura yetişmek için telaşları, ‘sıcak çay, sahlep’  diye olanca sesi ile bağıran satıcının sesi ile huzur bulan ruhuma sevgi damla damla akmaya başladı. 
Bütün gün ruhum la bedenim birbirine yabancı iki sevgili gibiydi.

İnsanların nesi var, benim neyim var.
İnsanlar neyi bekliyor,   ben neyi bekliyorum..
Yaşamın içindeyken, kıyısına nasıl geldim.
Gelmekle gitmek arasında asılı kaldı insanlık,  Araftayız birlikte.