31 Mart 2014 Pazartesi

KAR BEYAZ



Koltuğu hafifçe çekerek pencereye yaklaştırdı. Perdeyi pencerenin sağ tarafına topladı. Kitabını okumak için hazırlık yapıyordu. Genelde hazırlık yapmazdı, yeter ki okuyacak zamanı olsun. Otobüs, metro, yatarken,  bazen televizyon karşısında bile okuduğu olurdu. Bu gün okumak için hazırlıkta nereden çıkmıştı. Sanki okuma ritüeli düzenliyordu. Kendiside yaptığına bir anlam veremiyordu. Onu tanımayan biri görse kesinlikle her okuma öncesinde sürekli bu hazırlıkları yaptığını düşünürdü. Hareketlerinde bir dinginlik vardı. Koltuğa oturdu, kitabını yanında ki sehpa ya bıraktı.  Dalgın gözlerle gökyüzüne baktı. 
"Bu bulutlar bir dağılsa da, şu gökyüzünün mavisini ve güneşin ışınlarını görsek de içimiz açılsa, ne açık ne kapalı insanın içine kasvet doluyor."
Bir süre boş gözlerle gökyüzünü seyretti, gökyüzünden gözlerini alamıyordu, gayri ihtiyari elini sehpaya uzatıp kitabını alıp dizlerinin üzerine koydu. Bu anlamsız halinin farkındaydı. Boşlukta uçan bulutlar gibiydi, onlar da gözlerinin önünden ona el sallayarak geçiyorlardı. Kendisini resmi törenlerde tören alayını selamlayan kumandan gibi hissediyordu. Ne kadarda yakın geçiyorlardı, elini uzatsa tutabilecek gibiydi. Bir anda içinde bir ürperti hissetti,  dizlerinin üzerindeki kitaba elini uzatıp kitap ayracı yardımıyla kaldığı sayfayı açtı. Kitap sayfalarını kıvırmaktan nefret ettiği için sürekli ayraç kullanırdı. Sayfaya bir göz attı, kaldığı yeri hatırlamaya çalıştı. Birkaç sayfa okudu okumadı ayracı kaldığı yere koyup kitabı kapattı. "Saatte beş, bir saat okuyabilsem ne iyi olur." dedi.   Bir türlü kendisini kitaba veremedi. Dikkatini dağılmasının odada ki basık havadan kaynaklandığını düşündü. Kitap elinde ayağa kalktı
"Pencereyi biraz açayım temiz hava belki daha iyi gelir."
Tekrar koltuğa kuruldu, temiz havada kâr etmemişti, içinden kitabı okumak gelmiyordu. Kendini zorlayarak kaldığı sayfanın son paragrafını okudu ve diğer sayfaya geçerken, bir anda beyaz bulutların arasından süzülen kuşlara takılmıştı gözleri.  Bu gün, ne olduğunu bilmediği, çözemediği bir şeyler vardı. Bir yanı patlamaya hazır bomba gibiydi,  bir yanı ise suskun. Kaçıp uzaklara gitmek istiyordu, bilmediği yerlere gitmeliydi.  
Korumak amacı ile yaratılan göğüs kafesi küçülüp onu sıkmaya mı başladı ya da korunmaya muhtaç olan yüreği bir anda büyüdü de omu fark edemedi?  Bildiği tek bir şey vardı, artık birbirlerine dar geliyorlardı. Kafesten kurtulmak için çırpınan, özgürlüğe hasret bir kuş gibi çırpınıyordu göğüs kafesinin içinde.  Kanat çırpışları hızlandıkça göğsündeki acı artıyordu, bir ara elini göğsünün üstüne koyarak kanat çırpışlarını bastırmak istediyse de nafile, avucunun içinde hissediyordu her çırpınışı. Elini çekişiyle kafesin kemikten parmakları aralanıvermişti biranda. Kanatlarını peş peşe çırpmaya başladı. Kemik parmaklar kapanmadan çıkmalıydı.
"Tam çıkarken kapanıp kanatlarım sıkışırsa ne yaparım, acele et belki bu son şansın."
Kar gibi beyaz kanatları ile koltuğun üzerinde bir tur atıp bulutlu gökyüzüne süzülüverdi. Kanatları gövdesi her yeri bembeyazdı.  Sadece sağ kanadının altında belli belirsiz grimsi bir leke vardı.  Kanatlarını süzerek pencereye yaklaşıp alçaldı.  Pencerenin hizasına gelmişti, içeriye doğru baktı. Gözlerinde hem sevinç hem de hüzün vardı. Yeni yerler tanımanın sevinci, yıllardır yaşadığı yeri bırakmanın hüznü.. İki farklı duyguyla gagasını pencereye hafifçe dokundurdu, tekrar kanatlarını çırparak yükseldi ve bulutların arasında kayboldu.  Bulutların üstünde süzülüyordu,
"Sonsuz gökyüzünde uçmak ne güzelmiş istediğim yere gidebilirim. Daracık yerde uçmak için çırpınmayacağım." diyerek nereye gideceğini bilmeden kanat çırpıyor hem de kendi kendine konuşuyordu. Aşağıda kapalı havanın aksine yukarda güneş ışınların aydınlattığı bir hava vardı. Güneş ışınları ne kadar uğraşsa da bulutları aşıp yeryüzüne süzülemiyordu.  Işınlar bulutların üzerinden geri yansıyarak sonsuzluğu akıp gidiyordu.  Biraz aşağıdan sesler geliyordu, birisi belli belirsiz konuşuyordu sanki. Yavaşlayarak sesin geldiği yöne kulak verdi.  Alçaktan uçan kuş sürüsünü gördü. Sürünün önünde ki,
"Hadi acele edin yoksa fırtınaya yakalanacağız, az yolumuz kaldı." diyordu.  Bu kuş daha yaşlı görünüyordu, hatta tüylerinin siyah beyaz karışık renkleri diğerlerine göre daha soluktu ve sürekli bir şeyler söyleyerek sürüyü yönlendiriyordu.
"Ne fırtınası, güneşli ne güzel bir hava var. Acaba ben mi yanlış duydum. Alçalırsam daha iyi duyarım,  hem de dost oluruz."  diyerek sürünün yakınına geldi. Sürüdekiler kendilerine yaklaşan Karbeyaz'ına tuhaf tuhaf bakmaya başladılar.
İçlerinden biri "Bu da kim, bu kadar beyaz bir kuş görmedim nerden geldi acaba?" diye homurdanmaya başladı.  Yanlarına yaklaşıp,
"Merhaba nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.  Kimse ona cevap vermedi.
"Ben de sizinle gelebilir miyim, konuşmanızı duydum, fırtına çıkacak diye acele ediyorsunuz, baksanıza ne güzel bir hava var." Sürüdekiler ise karbeyazın kendileri ile alay ettiğini düşündüler, içlerinden biri,  bu duruma çok sinirlendi ve diğer taraftan sürüyü yararak yanına geldi.
- Hadi git işine sen dalgamı geçiyorsun.
- Hayır.
- O zaman git işine.
Siyah kanatlarını açarak kar beyaza doğru peşepeşe hızlıca kanatlarını çırptı. Geniş kanatların oluşturduğu hava ile Karbeyaz birkaç metre geriye savruldu.  Ne olduğunu anlamamıştı, kendini toparladığında sürünün sonu gelmişti. Kısık bir ses "Sen aldırma ona hep böyledir, daha önce seni buralarda hiç görmedim bence biran önce sizinkilere yetiş, yağmur gelecek." dedi.
- Hava çok güzel baksana. Böyle olduğuna aldırma bak bulutlar nasıl kabarıyor. Her kuş bunları bilir sen nasıl bilmiyorsun?
Karbeyaz tüm ömrünü daracık kemik kafesin içinde geçirmişti. Çok sevindiğinde kanatlarını hızlıca çırpar bir iki tur attıktan sonra sevinci geçerdi. Yağmurun nasıl yağdığını nereden bilecekti.
- İnan bilmiyorum,
-  Bir an önce kendine sığınacak yer bul. 
- Benim için sorun değil, fakat bunu kabul etmezler. Sen bizim gibi değilsin
- Hiç kimseyi bilmiyorum,  sadece uçmak istedim.
- Dur bekle beni,  bir sorayım.
Sürünün önündeki yaşlı kuşa ulaşmak için hızlandı, diğerleri ise ne olduğunu anlamadı, "Yavaş evlat nereye?" diye arkasından söyleniyorlardı. Nefes nefese yaşlı kuşun yanına geldi. Konuştuklarını bir bir anlattı. Yaşlı kuş başını geri çevirerek Karbeyaz’a baktı. Allah Allah daha önce böyle bir kuş görmedim, nereden gelmiş buraya. Buralara alışık değildir, bir an önce ait olduğu yere gitmesini söyle, bizim aramızda yapamaz, bizim gibi değil.
- Ama yazık gelsin bizimle,
- Hadi evlat fırtına gelmeden gidelim. Küçük kuş sürüyü yararak karbeyazın yanına geldi. 
- Kar beyaz ne oldu, ne dedi sizinle geliyor muyum?  
Karbeyaz’ın sessindeki çaresizlikten dolayı yaşlı kuşun dediklerini söylemek istemiyordu, üzüleceğini düşündü. "Tüyleri gibi içi de bembeyaz" dedi.  Kendi kendine.
- Keşke ayrılmasaydın buralara alışman zor olur, kolay değil.
- Haklısın da bak istediğin yere ne güzel gönlünce uçuyorsun,
- Öyle değil bu sürünün kuralları var ve herkes uymak zorunda, sıcak diyarlara gitmemiz gerekiyor, bana kalsa gitmem, sevmiyorum oradan oraya gitmeleri, aynı yerde yaşamayı ne çok isterdim..
Hava gittikçe kararmaya,  yağmur da hafif hafif atıştırmaya başlamıştı. Karbeyaz konuşurken havanın karardığını anlayamamıştı, yağmur başladı. Sürünün lideri seslendi "Biraz daha çabuk olun, çeneyi bırakın".
- Hızlanmalıyım yoksa bana kızar, istersen biraz daha birlikte uçalım.
Kar beyaz isteksiz bir şekilde kabul etti. Daha önce hiç yağmurda uçmamıştı, sadece serinliğini kanatlarında hissetmişti. Arkadaşına yetişmek için uğraşıyordu, fakat gittikçe kanat çırpması zorlaşıyordu.  Tüyleri yağmurdan ıslanmıştı. Arkadaşının kanatları kupkuruydu.
- Neden senin kanatların kuru, benim ıslak.
- Bilmiyorum.
Karbeyaz nereden bilecekti, kuşların kanatlarını gagaladıkça yağ bezlerinden yağların salgılanarak kanatlarını koruduğunu. Onun ömrü hep kuru yerde geçtiğinden tüylerindeki yağ bezeleri gelişmemişti. Arkadaşı ile aralarında ki mesafe açılmıştı, arkadaşının "Hoşça kal" diye bağırmasını zor zar duymuştu.  Kanatlarını çok yavaş çırpabiliyordu. "Ne yapsam şimdi? En iyisi sığınacak bir yer bulayım". Nafile çabalıyordu, kanatları yağmurdan ağırlaştıkça ağırlaşmıştı, kalkmıyordu artık. Hızla aşağıya doğru düşmeye başladı.
Karbeyaz ağacın dibindeki çalılıklara çarptı.  Yavaş yavaş nefes alabiliyordu, yaşadığı yeri düşündü tekrar geri dönmeyi çok istedi, nefes almaya çalıştı.
Pencerenin çarpma sesi ile gözlerini açtı, etrafına boş boş bakarak nerede olduğunu ve zamanı hatırlamaya çalıştı, boşlukta gibiydi, bir iki dakika etrafı seyretti. Nerede olduğunu ve yaptıklarını hatırlamaya başladı. Göğsünün üzerin deki elini fark etti, göğsünün çarpıntısını durdurmak için koyduğunu hatırladı.
"Neyse kanat çırpması geçmiş,  saatte kim bilir kaç olmuştur." diyerek,  başını duvara çevirip saate baktı oysa yelkovan da akrepte 5'i gösteriyordu. Hızına yetişemediğimiz zaman anca beş dakikalık yol alabilmişti.  Bir anda gök gürlemeye başladı, bulutların arasından çıkan şimşekler evin içini aydınlatıyordu, yağmurda bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı. Yağmuru seyretmek istedi, pencereye doğru geldi biraz daha açtı.  Yağmurun verdiği huzurla derin bir nefes alırken nefesi yarıda kaldı, hızlıca pencereyi kapattı.  Koltuğa oturmak için dönerken belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyordu.  Kitabın ilk sayfasına büyük harflerle bir şey yazıp gökyüzünü tekrar seyre daldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder