23 Mart 2014 Pazar

GUGUKLU SAAT


  Saatlerdir,  gözü guguklu saatin kapağına takılmıştı.  Guguğun kapağı ne açık ne kapalı iki yıldır bu şekildeydi.   Başını dışarı çıkarmaya korkarcasına fakat olanları merak eden gözlerle etrafı kol açan eder gibiydi. Aslında haksız da değildi gizlenmekte.  Ah o gün bütün hayatları alt üst eden olay. Acı olaylar insan hafızasında uzun süre barınamaz, zaman tüneli içinde unutulur gider. Oysa,   o gün yaşananlar unutulacağı yerde hafızada ki tazeliğini koruyordu.  Daha dün gibiydi her şey. Hatırladıkça acısı burun direklerini sızlatıyor, istemeden gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Dile kolay iki yıldır yaşayan bir ölüydü.  Gelir umudu yaşama bağlayan tek şeydi.  O da çok iyi biliyordu, guguğun kapısı o zaman açılıp ötmeye başlayacaktı.  Yelkovan ile akrep doğruyu göstermese de olurdu.  Saatin eve gelişi ise tüm ailenin en mutlu anlardan biriydi.  O anı hatırlamak için hafızasını zorladı.  Hayal meyal hatırladıklarını bir birine eklemeye çalıştı.
                                                     ****
Üsküdar, 1978’in Mayısı, oğlum haricinde ben, eşim, kızım salondaki yemek masasının üzerinde ki beyaz kutunun başına geldik. Kızımın tüm ısrarlarına rağmen eşim içindekinin ne olduğunu söylemiyordu. Kızımın ağlayan, uzun saçlı bebek istediğini  o zaman öğrenmiştim. Oğlum ise sürekli okurdu.  Kardeşinin sesine dayanamayıp salona gelmişti. Heyecanla kutuyu açan kızım guguklu saati görünce,
-Guguklu saat mi? Sorusu oğlumu üzmüştü.
- Üzüldün galiba ufaklık, sen ne istiyordun.
-Ağlayan bebek istiyormuş, oğlum.
-Hadi sıkma canını saati kurup asalım.
İki kardeş yok orası yok burası diye diye sonunda salonun girişinde ki duvara karar verip astılar. Guguğun sesini mutfaktan duyduğum da , ellerimin köpüğünü kurulayarak salona koştum. Hep bir ağızdan saymaya bende katıldım ve üç den başladım. Saat yedi ve guguk  yedi defa ‘guguk guguk’ diye öttü. Bizde hep bir ağızdan sayarak doğruladık.  O günden beri hiç şaşırmadan sürekli çaldı. 
                                                          ****
 Artık sokaklarda yaşanan olaylar, benim gibi çocuğu olan tüm annelerin yüreklerimiz ağzımıza getiriyordu. Her akşam oğlum eve gelince  binlerce defa Allahıma şükrediyordum. Gençlerin düşündükleri dünyayı benim anlamam mümkün değildi. Birbirileri ile çatışmaları, birbirilerini öldürmeleri  sadece biz annelerin yüreğine kor düşürmekten başka bir şey değildi. Oğlumun daha güzel bir ülke kurma, sosyal paylaşım, devrimci düşünceler, bağımsız bir ülke söylemlerini evde bahsettiğinde onun sevinci, hararetini, hırsını, azmini gördüğümde hem gurur duyuyor hem de içimde ki endişe kat kat artıyordu.  İçimden ‘Allahım bu gençlere yazık olacak, sen oğlumu koru’ diye sessizce dua ederdim. Sonra  diğer gençlerin anneleri aklıma gelince bencilce ettiğim dua için çok defa kendimden utanırdım.
1980’nin Ağustos’un  sonlarıydı. Bir öğle vakti zil ardı ardına kesilmeden çalıyordu. Koşarak kapı deliğinden baktım, kimse görünmüyordu. Zil sesi kesilmiyordu. Otomatiğe basıp basmamakta tereddüt ettim. Parmağım otomatik üzerinde kısa bir süre duraksadım, kulakları parçalayan sesin kesilmesi için korkarak bastım. Artık kapı açmaya korkar olmuştuk. Gözüm delikte geleni beklemeye başladım. Son basamağa gelen kişinin oğlum olduğunu görünce hemen kapıyı açtım. Kan ter içindeydi.
-Oğlum ne oldu. 
Koşarak odasına gitti bende arkasından. Divanın altında ki iki koliyi çekmesine yardım ettim. Kolilerin içinde ki kitapları tek tek elden geçirdi. Bense başında ne olup biteni öğrenebilme telaşı  ile ‘oğlum ne oldu, oğlum ne oldu’ diye soruyordum. Başını kaldırdı
-Anne bu kitapları soba da yak.  Ahmet’in evine baskın yapmışlar. 
Ayrılan kitapları banyoya taşırken oğlumda kitaplıkta ki kitapları didik didik ediyordu.  Kitapları sobaya doldurmaya başladım. Elime aldığım  kitabın üzerinde ki uzun sakallı, bıyıklı şişman  adamın resmi dikkatimi çekti. Birinde ‘Mas Kapital mi, Das Kapital ’ gibi bir şeyler yazıyordu.  Ne olduğunu bilmediğim kitabın isimden daha çok resimde ki adamın hapishane kaçkınları gibi saç sakal bir birine karışmış hali hafızama kazınmıştı. Oğlumla birlikte birkaç kere doldurduğumuz banyo sobasında kitapları yakarak ortadan kaldırdık. Yaşadığımız bu olaydan on beş gün sonra, 12 Eylül sabahı uyandığımda sokakta bir gariplik olduğunun farkına vardım.  Bu saatlerde sokağın bu kadar sessiz olması çok garipti.  Hiçbir satıcıda geçmemişti. Hırkamı ve cüzdanım alıp bakkaldan ekmek almak için sokağa çıktım. Sokağın başında askerleri görünce olduğum yerde kala kaldım. Beni fark eden askerler den biri bana doğru yöneldi.
-Oğlum hayırdır ne oluyor.
-Teyze evine git, sokağa çıkma yasağı var. Sıkıyönetim ilan edildi.
Geri döndüm. Eve gelir gelmez radyoyu açtım ve haberlerde askerin açıklamalarından sonra eşimle oğlumu kaldırdım.  Kahvaltıda kızım haricinde hepimizde endişeli bekleyişin verdiği sessizlik hakimdi.  Bu sessizlik birkaç gün sonra kopacak fırtınaya gebeydi.  Oğlumun evden çıkmasına izin vermedik. O ise arkadaşlarından haber almadıkça deli oluyordu.  Askerlerin evimize baskın yaptığı,  o güne kadar endişeli bekleyişimiz devam etti.  Sabahın altısında kapıyı yumruklayan ve bir yandan da zil sesi ile uyandık. Kim o demeye kalmadan kapıda gür ve sert bir sesle ‘Açın kapıyı’. Eşim kapıyı aralaması ile rütbeli askerin yanında ki dört beş er tüm eve dağıldılar. Her yeri alt üst ettiler, oğlumun odasında ki asker tüm kitapları, çalışma masasının çekmeceleri alt üst etti, dolapların arkalarını bile kontrol ettiler ve  saçı sakalı bir birine karışmış o meymenetsiz adamın resimli kitabı elinde çıka geldi. Hayretle kitaba bakakaldım. Ben bu meymenetsiz adamın kitabını yakmıştım. Nereden çıkmıştı.
-          Komutanım kitap ve bu yazılar.
-          Kimin bunlar ?
 Cevap vermemizi beklemeden tüfeğin dipçiği ile oğlumu duvara dayayıp ‘Ayaklarını aç’ sesi ile postalla bacağına vurarak açtılar. Ellerimi yüzümü kapatarak yapmayın o daha çocuk diyerek ağlıyordum. Hıçkırıktan sesim boğazıma düğümlenip kalıyordu. Bağırmak haykırmak istedikçe boğuluyorum ileri atılmaya kalktıkça eşim kollarımdan tutarak geri çekiyordu.  Kelepçe takıp dipçikle omzuna vurduklarında dengesini kaybeden oğlum guguklu saate çarpmasıyla taşlar bir birine çarptı.  Kapıdan çıkarken oğlumun gözündeki çaresizlikle göz göze geldik,  guguğun yarım sesi ile kendime geldim.  Oğlum diye haykırabildim.
Gitmediğimiz karakol kalmadı. Aldığımız tek cevap oğlun burada yok. Her olumsuz cevap aslında benim için bir umuttu. Demek ki bir yerlerdeydi ve bir gün gelecekti. Çıkan tüm gazetelerin sayfalarını tutuklanan, mahkemeye sevk edilenler ve asılan gençlerin arasında oğlumun ismini aradım. İsmini bulamadıkça içimde ki umut gün geçtikçe arttı. Eşim evi satıp başka yere taşınmak isteğini her söylediğinde kıyameti koparıyordum. Gelecekti oğlum.  Zoruma giden onun umudunu kesip öldüğünü kabul etme düşüncesi beni çileden çıkartıyordu. Bunun için huzursuzluk çıkarmak için fırsat kolluyordum.
 Bu şekilde geçen iki yıl.  O günden beri guguklu saati de çalıştıramadık. Eşim tamirciye de götürse de nafile,  çalıştırmayı bir köşeye bırakın kapağını ne açabildiler nede tamamen kapatabildiler. Oda benim gibi yarım aralık kapıdan bakmaya korkarak bekliyor
                                                                  ***
Kendime geldiğimde kapının zilinin aralıksız çaldığını far ettim. Kim bilir ne zamandan beri çalıyordu. Kızım bu şekilde çalmazdı, eşim ise eve geç gelmek için her yolu deniyordu,  gelmezdi bu saatte. Olsa olsa saat beştir diye geçirdim içimden. Kapıyı açtım, guguk ötüyordu.




1 yorum:

  1. Evet alttan en üst seviyeye çıkış bir guguglu saatmistik anıda yer alışı güzel zaman hızlı akmış.biraz daha yatay gelişim olmalı çocuğun gelişiminde .ve kısa konu olmuşta akıcılık biraz daha olsun.

    YanıtlaSil