Saatlerdir, gözü guguklu saatin kapağına takılmıştı. Guguğun kapağı ne açık ne kapalı iki yıldır bu
şekildeydi. Başını dışarı çıkarmaya
korkarcasına fakat olanları merak eden gözlerle etrafı kol açan eder gibiydi. Aslında
haksız da değildi gizlenmekte. Ah o gün
bütün hayatları alt üst eden olay. Acı olaylar insan hafızasında uzun süre
barınamaz, zaman tüneli içinde unutulur gider. Oysa, o gün
yaşananlar unutulacağı yerde hafızada ki tazeliğini koruyordu. Daha dün gibiydi her şey. Hatırladıkça acısı
burun direklerini sızlatıyor, istemeden gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Dile
kolay iki yıldır yaşayan bir ölüydü.
Gelir umudu yaşama bağlayan tek şeydi.
O da çok iyi biliyordu, guguğun kapısı o zaman açılıp ötmeye başlayacaktı. Yelkovan ile akrep doğruyu göstermese de
olurdu. Saatin eve gelişi ise tüm ailenin
en mutlu anlardan biriydi. O anı
hatırlamak için hafızasını zorladı. Hayal meyal hatırladıklarını bir birine
eklemeye çalıştı.
****
Üsküdar, 1978’in Mayısı, oğlum haricinde ben, eşim,
kızım salondaki yemek masasının üzerinde ki beyaz kutunun başına geldik.
Kızımın tüm ısrarlarına rağmen eşim içindekinin ne olduğunu söylemiyordu.
Kızımın ağlayan, uzun saçlı bebek istediğini
o zaman öğrenmiştim. Oğlum ise sürekli okurdu. Kardeşinin sesine dayanamayıp salona
gelmişti. Heyecanla kutuyu açan kızım guguklu saati görünce,
-Guguklu saat mi? Sorusu oğlumu üzmüştü.
- Üzüldün galiba ufaklık, sen ne istiyordun.
-Ağlayan bebek istiyormuş, oğlum.
-Hadi sıkma canını saati kurup asalım.
İki kardeş yok orası yok burası diye diye sonunda
salonun girişinde ki duvara karar verip astılar. Guguğun sesini mutfaktan
duyduğum da , ellerimin köpüğünü kurulayarak salona koştum. Hep bir ağızdan
saymaya bende katıldım ve üç den başladım. Saat yedi ve guguk yedi defa ‘guguk guguk’ diye öttü. Bizde hep
bir ağızdan sayarak doğruladık. O günden
beri hiç şaşırmadan sürekli çaldı.
****
Artık
sokaklarda yaşanan olaylar, benim gibi çocuğu olan tüm annelerin yüreklerimiz
ağzımıza getiriyordu. Her akşam oğlum eve gelince binlerce defa Allahıma şükrediyordum.
Gençlerin düşündükleri dünyayı benim anlamam mümkün değildi. Birbirileri ile
çatışmaları, birbirilerini öldürmeleri
sadece biz annelerin yüreğine kor düşürmekten başka bir şey değildi.
Oğlumun daha güzel bir ülke kurma, sosyal paylaşım, devrimci düşünceler,
bağımsız bir ülke söylemlerini evde bahsettiğinde onun sevinci, hararetini,
hırsını, azmini gördüğümde hem gurur duyuyor hem de içimde ki endişe kat kat
artıyordu. İçimden ‘Allahım bu gençlere
yazık olacak, sen oğlumu koru’ diye sessizce dua ederdim. Sonra diğer gençlerin anneleri aklıma gelince
bencilce ettiğim dua için çok defa kendimden utanırdım.
1980’nin Ağustos’un
sonlarıydı. Bir öğle vakti zil ardı ardına kesilmeden çalıyordu. Koşarak
kapı deliğinden baktım, kimse görünmüyordu. Zil sesi kesilmiyordu. Otomatiğe
basıp basmamakta tereddüt ettim. Parmağım otomatik üzerinde kısa bir süre
duraksadım, kulakları parçalayan sesin kesilmesi için korkarak bastım. Artık
kapı açmaya korkar olmuştuk. Gözüm delikte geleni beklemeye başladım. Son
basamağa gelen kişinin oğlum olduğunu görünce hemen kapıyı açtım. Kan ter
içindeydi.
-Oğlum ne oldu.
Koşarak odasına gitti bende arkasından. Divanın
altında ki iki koliyi çekmesine yardım ettim. Kolilerin içinde ki kitapları tek
tek elden geçirdi. Bense başında ne olup biteni öğrenebilme telaşı ile ‘oğlum ne oldu, oğlum ne oldu’ diye
soruyordum. Başını kaldırdı
-Anne bu kitapları soba da yak. Ahmet’in evine baskın yapmışlar.
Ayrılan kitapları banyoya taşırken oğlumda
kitaplıkta ki kitapları didik didik ediyordu. Kitapları sobaya doldurmaya başladım. Elime
aldığım kitabın üzerinde ki uzun
sakallı, bıyıklı şişman adamın resmi
dikkatimi çekti. Birinde ‘Mas Kapital mi, Das Kapital ’ gibi bir şeyler
yazıyordu. Ne olduğunu bilmediğim
kitabın isimden daha çok resimde ki adamın hapishane kaçkınları gibi saç sakal
bir birine karışmış hali hafızama kazınmıştı. Oğlumla birlikte birkaç kere
doldurduğumuz banyo sobasında kitapları yakarak ortadan kaldırdık. Yaşadığımız
bu olaydan on beş gün sonra, 12 Eylül sabahı uyandığımda sokakta bir gariplik
olduğunun farkına vardım. Bu saatlerde
sokağın bu kadar sessiz olması çok garipti.
Hiçbir satıcıda geçmemişti. Hırkamı ve cüzdanım alıp bakkaldan ekmek
almak için sokağa çıktım. Sokağın başında askerleri görünce olduğum yerde kala kaldım.
Beni fark eden askerler den biri bana doğru yöneldi.
-Oğlum hayırdır ne oluyor.
-Teyze evine git, sokağa çıkma yasağı var. Sıkıyönetim
ilan edildi.
Geri döndüm. Eve gelir gelmez radyoyu açtım ve
haberlerde askerin açıklamalarından sonra eşimle oğlumu kaldırdım. Kahvaltıda kızım haricinde hepimizde endişeli
bekleyişin verdiği sessizlik hakimdi. Bu
sessizlik birkaç gün sonra kopacak fırtınaya gebeydi. Oğlumun evden çıkmasına izin vermedik. O ise
arkadaşlarından haber almadıkça deli oluyordu. Askerlerin evimize baskın yaptığı, o güne kadar endişeli bekleyişimiz devam
etti. Sabahın altısında kapıyı yumruklayan
ve bir yandan da zil sesi ile uyandık. Kim o demeye kalmadan kapıda gür ve sert
bir sesle ‘Açın kapıyı’. Eşim kapıyı aralaması ile rütbeli askerin yanında ki
dört beş er tüm eve dağıldılar. Her yeri alt üst ettiler, oğlumun odasında ki
asker tüm kitapları, çalışma masasının çekmeceleri alt üst etti, dolapların
arkalarını bile kontrol ettiler ve saçı
sakalı bir birine karışmış o meymenetsiz adamın resimli kitabı elinde çıka
geldi. Hayretle kitaba bakakaldım. Ben bu meymenetsiz adamın kitabını
yakmıştım. Nereden çıkmıştı.
-
Komutanım kitap ve bu yazılar.
-
Kimin bunlar ?
Cevap
vermemizi beklemeden tüfeğin dipçiği ile oğlumu duvara dayayıp ‘Ayaklarını aç’
sesi ile postalla bacağına vurarak açtılar. Ellerimi yüzümü kapatarak yapmayın
o daha çocuk diyerek ağlıyordum. Hıçkırıktan sesim boğazıma düğümlenip
kalıyordu. Bağırmak haykırmak istedikçe boğuluyorum ileri atılmaya kalktıkça
eşim kollarımdan tutarak geri çekiyordu. Kelepçe takıp dipçikle omzuna vurduklarında
dengesini kaybeden oğlum guguklu saate çarpmasıyla taşlar bir birine çarptı. Kapıdan çıkarken oğlumun gözündeki
çaresizlikle göz göze geldik, guguğun
yarım sesi ile kendime geldim. Oğlum
diye haykırabildim.
Gitmediğimiz karakol kalmadı. Aldığımız tek cevap
oğlun burada yok. Her olumsuz cevap aslında benim için bir umuttu. Demek ki bir
yerlerdeydi ve bir gün gelecekti. Çıkan tüm gazetelerin sayfalarını tutuklanan,
mahkemeye sevk edilenler ve asılan gençlerin arasında oğlumun ismini aradım.
İsmini bulamadıkça içimde ki umut gün geçtikçe arttı. Eşim evi satıp başka yere
taşınmak isteğini her söylediğinde kıyameti koparıyordum. Gelecekti oğlum. Zoruma giden onun umudunu kesip öldüğünü kabul
etme düşüncesi beni çileden çıkartıyordu. Bunun için huzursuzluk çıkarmak için
fırsat kolluyordum.
Bu şekilde
geçen iki yıl. O günden beri guguklu
saati de çalıştıramadık. Eşim tamirciye de götürse de nafile, çalıştırmayı bir köşeye bırakın kapağını ne
açabildiler nede tamamen kapatabildiler. Oda benim gibi yarım aralık kapıdan
bakmaya korkarak bekliyor
***
Kendime geldiğimde kapının zilinin aralıksız
çaldığını far ettim. Kim bilir ne zamandan beri çalıyordu. Kızım bu şekilde
çalmazdı, eşim ise eve geç gelmek için her yolu deniyordu, gelmezdi bu saatte. Olsa olsa saat beştir
diye geçirdim içimden. Kapıyı açtım, guguk ötüyordu.
Evet alttan en üst seviyeye çıkış bir guguglu saatmistik anıda yer alışı güzel zaman hızlı akmış.biraz daha yatay gelişim olmalı çocuğun gelişiminde .ve kısa konu olmuşta akıcılık biraz daha olsun.
YanıtlaSil